Toprağa sımsıkı tutunuyoruz ama tepelere tırmanmak aklımızdan çok nadir geçiyor.
Henry David Thoreau,
Emler zirve tırmanışının tarihini uzun süre önce 21 Haziran gündönümü olarak belirlemiş ancak katılmayı düşünenlerin ve bizim programlarımız belirlenen gün ile çakışınca etkinliği 10 Temmuz’a çekmiş, Aladağların yakıcı güneşine maruz kalmamak adına, sabahın seherinde tırmanışa başlayıp öğle vakti zirvede olacak şekilde ekspedisyonu planlamıştık.
Ekibimiz; Fatih Kızılkaya, Ramazan Bozkurt, Fehmi Efe, Kaymakam beyler, JAK mensubu çakı gibi uzman çavuş, beygir ve beygirciden oluşuyordu. Yedek su şişeleri ile yüklerin bir kısmı heybede olacak, mola yerlerinde su ve kavun takviyesi yapılacak, ekipten pes eden/yorulan olursa icabında beygire bindirilecekti.
Tırmanış öncesi her şey planladığımız şekilde gerçekleşti; Ramazan Bozkurt ve Fehmi Efe ile buluşup saat 04.00 civarında araçları Sokulupınar’da park ettikten sonra yola koyulduk. Fehmi Efe’nin “7 zirveye 7 bayrak” projesinin Emler ayağına biz de dâhil olacak, zirveye bayrak çekilmesine şahitlik edecektik. Aladağların dişe dokunur her zirvesi için İstanbul’da 3 metrelik ahşap direkler yaptırıp getiren Efe, zirveleri fethettikçe direği dikip bayrağı çekiyordu. Aslen Adıyamanlı olup, İstanbul’da tekstil işiyle uğraşan Fehmi Efe, kendini dağlara adamış, Halil Rıfat Paşa’nın “Gidemediğin Yer Senin Değildir” sözünün hakkını veren bir hayat tarzını benimsemişti.
3723 metrelik Emler zirvesi, Aladağların en yüksek zirvelerinden biri olmasına rağmen teknik tırmanış gerektirmeyen ancak oldukça çetin, çıkılması azim ve sağlam performans gerektiren bir zirve olarak bilinir. Sokulupınar’dan yürüyüşe başlayıp zirve yaptıktan sonra aynı gün içinde geri dönenler için oldukça ızdıraplı ve yorucu bir rota, Çelikbuyduran veya Yedigöllerde kamp atıp tırmananlar için tam manasıyla zirve zevkini yaşatan keyifli bir faaliyettir. Sonuçta zorlu dağ şartlarında gidiş dönüş 20 kilometrelik bir rotadan bahsediyoruz. İmam Gazzâlî; tasavvufî manada “Yolumuz dikenli yoldur, ayağını seven gelmesin” dediyse de bu söz dağlara rahatlıkla uyarlanabilir.
Dağcılık ve doğa sporlarına gönül vermeye başladığım 1985 yılından bugüne, bölgede pek çok etkinlik yapmış ama son on yıldır; yüksek irtifa faaliyetim olmamıştı. Emler zirvesine 93 ve 95 yıllarında iki kez tırmanmış, 96 yılında da Demirkazık ve Kaçkar zirvelerini yapmıştım. Yaşıtlarım Bodrum, Marmaris sahillerinde güneşlenirken biz çarşaklı sarp patikalarda inleyip taban tepiyor, susuzluktan dilimiz damağımıza yapışıyor, kimi zaman ayak ve bacaklarımızı hissetmez oluyorduk. Ancak bu ızdıraplı zevke iyice kendimi kaptırmış, hiçbir dünyevi zevke değişmez olmuştum.
Aradan yıllar geçmiş, yaşımız elliye dayanmıştı. Bu zaman zarfında doğadan kopmamış, fırsat buldukça yurdumun dağlarında, tepelerinde veya yurtdışı rotalarda sıkı yürüyüşler yapmıştım. Ama Emler seviyesinde bir zirveyi hele de günübirlik yapmak cesaret ve azim işiydi.
Bir vakitler bu dağlara yabancı grupların biri gelir biri giderdi. Demirkazık zirve külâhında kuyruk olur, Trans Toros geçişi yapanlar karınca sürüleri gibi akar, Emler zirvesi ise Alaeddin Tepesi gibi işlerdi. Haziranda karlar eriyip kamp sezonu açılırken ecnebi turlar getiren yerli acenteler Emli Vadisi, Sokulupınar ve Yedigöllerde kamp alanı kapmak için birbirleriyle kıyasıya yarışırlardı. Yerleşime açılan vahşi batıda verimli arazi çevirebilmek için tenteli at arabalarıyla günlerce yol alan altın arayıcısı Avrupalı göçmenler gibiydiler. Firmalar arasındaki yoğun rekabet, kamp alanlarını paylaşamayan beygircilerin kazma sapı, nacak, palta, hortum, dirgen, yaba ne bulurlarsa vuruşmalarıyla alevlenir, Milli Parkçıların araya girip her firmaya sabit kamp alanı tahsis etmeleriyle son bulurdu. Bu firmalar 1987-88’den 2016 yılına kadar Fransız ve Alman ağırlıklı ekspedisyon grupları sayesinde Aladağların ekmeğini yediler.
Bütün bunları düşünerek zirveye yükselen patikada ağır ağır ilerliyordum. Sırtında çarmıh taşıyan Hz. İsa’yı andıran bir silüet halinde tırmanan Fehmi Efe ve dağların fatihi Ramazan Bozkurt önden gidip direği dikecekler, bayrağı çekerken biz de onlara katılacaktık.
Çelikbuyduran/Çillikbuyduran pınarına ulaştığımda gözümde fer, dizimde takat kalmamıştı. Sessizlikte kalp atışlarımı bile duymaktayken, kulağımıza çalınan su sesi tüm yorgunluğumu unutturmuş, dağı taşı altın olan Eldorado diyarında ölümsüzlüğün kaynağı Gençlik Pınarını bulan Ponce de Leon misali ; “Et in Arcadia Ego” deyip buz gibi suya doğru hamle yaptığımda adeta dünyadaki cenneti bulmanın sevincini yaşamıştım. Ancak yolumuz uzun ve çetindi. Karayalak Boğazından yukarıya doğru yavaş yavaş yükselen bulutlar zirveyi sarmadan orada olmalıydık.
Zirve noktasına yüz, iki yüz metre kala yorgunluğum son kerteye gelmiş, ama azmi elden bırakmadan “çivi çiviyi söker” deyip son bir gayretle rotayı tamamlamıştım. Zirvede türküler söyleyip Niğde Mavisi peyniri tadımı yaptıktan sonra yavaştan dönüşe geçtik.
İniş esnasında çok fazla dağcı ve kampçıyla karşılaştık. Millet kış boyu evde durmaktan sıkılmış kendini dağlara vurmuştu. Rotalar büyük şehirlerden Aladağlara akın edenlerle doluydu.
Sokulupınar kamp alanında ise kampçıların keyifli saatleri başlamıştı. Bunlar büyük şehirlerin karmaşasından kaçıp kendilerini dağa taşa vurabilen şanslı bir kesimdi. Sahiplerinin maceracı ruhunu yansıtan fantastik ve oldukça dişli, kalın ebat lastikler, vinç ve muhtelif arazi aksesuarıyla donanmış çift kabin araçları, lüks jipler ile üst segment otomobilleri kullanan bu arkadaşlar günlük etkinliklerini tamamlamış, aileleriyle birlikte Aladağların kızıllığını bekliyor, ufaktan demleniyorlardı.
Dört beş yıldan beri Aladağlardan dağcı-trekkingçi Alman ve Fransızların ayakları kesildiğinden yerli turiste alan açılmış, o yıllardan bu yana yerli dağcıların profili de değişmişti. O dönemde ODTÜ, Boğaziçi, Hacettepe gibi kalburüstü üniversitelerin dağcılık kulüplerinde takılan öğrenciler mezun olmuş, hayata atılmış, kırklı ellili yaşlara gelmiş, belli bir refah seviyesini yakalamışlardı.
İşte o lüks araçları kullanan ve şimdi mangal yelleyip dağların keyfini sürenler bu arkadaşlardı.
Bir de dağcılık ve doğa sporlarına aşina hayat arkadaşı buldularsa hayat onlara güzeldi… Bu kuşağa “Haldun Aydıngün” kuşağı da diyebiliriz. Aydıngün’ün, doksanlı yılların başında Cumhuriyet Dergi’deki yazıları ile doğada yaşam ve dağcılık üzerine seri kitapları sayesinde kendini dağlara vurmaya hazır, azımsanmayacak bir kitle peydah olmuştu.
Aladağlarda yabancı grupların bıraktığı boşluğu bizimkiler doldurmuştu. Artık trend çadır, çuha, mat, bungalov veya karavan turizmiydi. Kitlesel her şey dahil sistemden kaçanlar kendilerini doğaya ve butik otellere ve gurme yiyeceklere vermişlerdi. Evlerinde genellikle kedi olan bu doğasever ve gezginler, dağlarımızın teminatı ve koruyucusudurlar. Dağlarda yeni nesil çoban ateşlerini onlar yakacak ve hiç söndürmeyeceklerdir.