Böylece kürtaj konusundaki tartışmalardan, “her ailenin üç çocuk yapması” mevzusuna ve cumhurbaşkanının onaylamasıyla gündemimize oturan alkol konusundaki kısıtlamalara kadar bütün bu “yaşam tarzına müdahale” söylemleri modernlik-dışı uygulamalar olarak okunuyor. Bense tam tersini, bu politikaların modernliğin tezahürü olduğunu kanaatindeyim.
Foucault, kılıçla sembolize edilen ve tebaasının yaşamı ve ölümü üzerine karar verebilecek güce sahip olan egemenlik tarzından; üretkenliğe ve nüfusun sağlığının kontrolüne ve teşvikine dayanan egemenlik tarzına geçişi modernliğin eşiği olarak adlandırıyordu. Bu egemenlik tarzında, bedenin sağlığı ve uysallığı, üreme, nüfusun kontrolü gibi mevzular egemenliğin ilgi alanlarına girmekteydi. Bu süreç, kapitalizmin gelişiminden bağımsız gerçekleşmemişti; kapitalizmi mümkün kılan, bedenlerin üretim mekanizmalarına dâhil olabilecek şekilde kontrol edilmesi ve öngörülebilir, kontrol edilebilir, istatistiksel hesaplara dâhil edilebilir hale gelmesiydi. Bu sebeple, modernliğin eşiğinde iki siyaset biçimi önemli bir rol oynadı; öjenik ve biyopolitika.
Öjenik kan bağlarına ve daha sonra da genetiğe odaklanarak saf ve üstün bir ırkı yaratmayı amaçlıyordu. Aynı dönemde Foucault'nun “modernliğin papazları” adını verdiği doktorlar devreye girdiler. Doktorlar ve genel olarak tıp, nüfusun kontrolü, hijyen, davranışların terbiye edilmesi gibi konularda otoriteler olarak bedenleri eğitti ve ehlileştirdi.
Biyopolitika adı verilen bu siyaset biçimi egemene yaşamı kontrol etme, şekillendirme ve değiştirme gücü veriyordu. Biyopolitik iktidarda doktor çok önemli bir yere sahipti, doktorun herhangi bir sözü başka herkesin sözünden daha önemli ve kayda değer sayılmaktaydı. Bugün, yaşamlarımıza yön verirken ve kararlar verirken bu kararlarda tıbbi bilginin ne kadar büyük bir rol oynadığını düşünürsek, bu yönetim tarzının sadece bedenlerimizi değil zihinlerimizi de dönüştürdüğünü görmemiz mümkün olur.
Benzer bir süreci Cumhuriyet'in kuruluş döneminde de görmek mümkün. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının ve ilk dönemlerinin öjenik fikirlerine, kafatası ölçümlerine ve saf-Türk-ırkı araştırmalarına fazlasıyla ilgili olması ve aynı zamanda Anadolu'ya yayılan "fedakâr" öğretmen ve doktorların rejimin misyonerleri olarak hem “talim ve terbiye” hem de modern görgü, temizlik ve sağlık kurallarını topluma aktarmaları birer tesadüf değil. Aynı dönemin “gençlik” kavramına verdiği önem ve gelecek kuşakların “sağlıklı” yetiştirilmesine yaptığı vurgu da bu şekilde okunabilir. Beden terbiyesine verilen önem ve yakın zamana kadar devam eden "Gençlik ve Spor Bayramı" törenleri de hem biyopolitikanın hem de öjenik fikirlerinin birer yansıması olarak okuna bilir.
İşte başbakanın “Gece gündüz içen, gece gündüz böyle sekr halinde kafa kıyak dolaşan, böyle bir nesil istemiyoruz. Uyanık olacak, diri olacak, bilgiyle mücehhez olacak, böyle bir nesil istiyoruz. Bunun adımlarını atıyoruz.” sözlerini bu arka planı da akılda tutarak okuduğumuz zaman, okuduklarımızda dindar ya da modernlik dışı bir söylemin değil, aksine biyopolitik bir iktidarın, modern bir araçsal aklın söylemini bulmak mümkün.
Başbakan, içki konusundaki kısıtlamaları Anayasa'nın 58. maddesine dayandırıyor. Söz konusu yasa, Anayasa'nın “Gençlik ve Spor” olarak başlıklandırılmış 9. bölümünde yer alıyor. Kısıtlamaların dayandırıldığı bölüm şu şekilde: “Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.”
Anayasa'daki bu maddeyi, biyopolitikayı da göz önünde bulundurarak okuduğumuzda, bu yasayı oraya yerleştiren 12 Eylül rejiminin ve öncesindeki modern rejimlerin çizgisi ile AK Partisi çizgisi arasında bir fark göremiyorum. Bu politikaların üzerine örtülen muhafazakârlık ve dindarlık söylemleri birer kılıf olarak işlev görüyor. Böyle bir işlev görüyor, çünkü dindarlık, şeriat, muhafazakârlık gibi mevzuları tartışırken, bu politikaları işlevsel kılan neoliberal ajandayı gözden kaçırıyoruz ve tartışmadan bırakıyoruz. “Bu yasaklar Avrupa'da da var” söylemi, basitçe bu kısıtlamaları savunmak için kullanılıyor. Oysa aksine, bu kısıtlamaların Avrupa'da da olmasını, kısıtlamaları başka bir gözle okumak ve başka bir muhalefet tarzını tahayyül etmek için bir yol olarak görebilmek de mümkün.
Elbette biyopolitika, neoliberalizm ve modernlik bu kısa yazıda tartışamayacağım ve ayrıntısına giremeyeceğim konular. Bu yazıda tek yapmak istediğim gündemdeki bir konu hakkında sürekli üretilip duran ve tekrar edile, edile gittikçe de anlamsızlaşan söylemlerden başka bir tarafa dikkat çekebilmek. Eğer “endişeli modernler” modernlik konusunda endişelilerse, içleri rahat olabilir çünkü iktidar partisi modernliğin gereğini yapıyor. Tartışmaları bu merkezden çıkartıp sınıfsal eksene oturtarak ve kapitalist üretim biçiminden kaynaklı modernliğin de teşhirine yönelik yürütülürse daha anlamlı olacaktır diye düşünüyorum.