Yıllar önceydi. Tepeköy sırtlarında yorucu bir av gününün sonunda postu köy muhtarının evine sermiş, soğuk ayranlarımızı yudumluyorduk. Batan güneş son ışıklarıyla Niğde’yi selâmlarken doğanın bu huzur veren güzel görüntüsü tüm yorgunluğumuzu unutturmuş, akşamın dinginliği üzerimize çökmüştü.
Bütün gün dere tepe dolaşmış ancak dişe dokunur bir ava denk gelememiştik. Tüfek atmak, tavşan, keklik vurmak önemli değildi. Mühim olan, dağda taşta gezerken duyduğumuz huzurdu. Yalnızca bir defa yaklaşık yüz metre ilerimizden kınalı keklik sürüsü kalkmış, biz tüfekleri doğrultana kadar menzil dışına çıkmışlardı.
Avcılık deyip geçmeyelim; insanlığın var olduğu günden bu yana yaşamsal bir faaliyet ve geçim kaynağı olan, günümüzde ise rekreatif bir aktivite olarak sürdürülen avcılıkla ilgili ilk kanunlar Cengiz Han tarafından hayata geçirilmiştir. O dönemlerde avcılık aynı zamanda bir savaş sanatı olarak görülmekteydi. Türk tarihinin en eski dönemlerinden itibaren avcılığın Türkler arasında beslenme, geçim ve spor maksadıyla yapıldığı bilinmektedir.
Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlıların hayatında av ve avcılık konusu önemli bir yer tutmuştur. Selçuklular döneminde Sultan Melikşâh’ın Saydnâme-i Melikşâhi adlı eseri dünyada avcılık ile ilgili olarak yazılmış ilk bilimsel kitap olma özelliğine sahiptir.
Romancı Daphne de Maurier, “Dağ Keçisi” adlı öyküsünde şöyle der: “Avcının tutkusu çok farklı bir konudur. Sanır ki tüm düşüncesi avlayacağı trofenin duvardaki hayalindedir. Aslında avcı, kendinin de anlayamadığı bir içgüdüyle avının peşinde koşar durur.”
İspanyol düşünür Ortéga y Gasset ise “Avcılık Üstüne” adlı kitabında avcı ile doğa arasında oluşan bütünleşmeyi şöyle yorumluyor:
“Eğer doğaya geri dönme mutluluğunu tüm yoğunluğu ve saflığıyla tatmak istiyorsak, orada barınan vahşi yaratığın yoldaşı olmalı, onun düzeyine inmeli, ona benzemeye çalışmalı ve onun peşinden gitmeliyiz. Avcılık işte bu gizemli törenin adıdır. İnsan, avlanırken havanın tenini okşayıp geçmesinden ya da ciğerlerine dolmasından bambaşka bir haz duyar.”
Niğde’de dağda bayırda avın bol olduğu, ağaların beylerin at ve tazılarla ava gittikleri vakitler, avcılığın da bir âdâbı vardı. Öyle her önüne gelene tüfek verilmezdi. Zaten şimdiki gibi ne tüfek, ne hazır fişek vardı. Kurşundan saçma dökülür, fişekler evde doldurulurdu. Avcı adayı gençler önce çantacılık, mandukacılık* yapar, avcılığın kural ve inceliklerini öğrenirlerdi.
Şimdilerde internetten dâhi alınabilen yarı-otomatik veya pompalı tüfeklerle kaçak ava gidenler, önlerine ne gelirse ateş edip avı her mevsim yasak olan leylek, kuğu, flamingo, atmaca/şahin gibi uçanlar ile zavallı sincap ve kelengileri hedef alıyor, hiçbir şey vuramazlarsa yön ve mesafe tabelalarını nişan tahtası yapıyorlar. Dikkatli bakıldığında yurt sathındaki karayolları tabelalarının yüzde doksanında saçma delikleri olduğu görülür.
İnsanoğlunun içgüdülerinden biri olan avcılık, bin yıllar içinde kendi kültürünü oluşturmuştur. Ancak avcılığın meşakkatine katlanmak belli bir disiplin gerektirir. Dağ bayır gezip av peşinde koşmanın beden ve ruh sağlığına faydalı olduğuna dair çok net bulgular vardır.
1940’larda işlerin yoğunluğundan bunalan Vehbi Koç, İsviçre’de çok tanınmış bir asabiyeciye gider. Doktor; Vehbi beyle biraz konuştuktan sonra şöyle der: “İşlerin yoğunluğu seni ruhen ve bedenen yıpratmış, yıllardan beri iş dışında bir aktiviten olmamış. Reçeten şu; sana at binmeyi ya da ava gitmeyi tavsiye ediyorum.” Koç, bunun üzerine Ankara’ya dönünce bir Macar atı alır ve düşüp omzunu kırana kadar kırk sene at biner. Rahmetli Ayhan Şahenk de gençliğinde Kayardı’nda Sarıasma, Melendiz Dağları’nda, Misli Ovası’nda keklik ve tavşan avlamış, Hınıs’ın Ayhan da çantacılığını yapmıştır.
Bazı kendini bilmez kaçak avcıların ha bire basında, sosyal medyada haber olmasından dolayı, avcılık da faytonculuk gibi istenmeyen faaliyetler kapsamında değerlendirilmekte, yurdumuza döviz getiren ecnebi avcılar itibarsızlaştırma dalgasının kurbanı olmaktadırlar.
Besleyip büyütüp sonra da kesip yediğimiz sığırları, davarları, tavukları, kazları iştahla mideye indirirken iyi de, binlerce dolar vererek ülkemize gelir getiren Amerikalı avcıyı on beş yaşında koca boynuzlu bir yaban keçisi vurdu diye topa tutmak niye? O teke yaşlandıkça zaten sürüden ayrılıp güçten düşecek, kurtlara yem olacak, çığa kapılacak veya yalçın dağların kuytuluğunda eceliyle ölecek... Hiç değilse av turizmi sayesinde köy muhtarlığının kasasına, izcinin, korucunun, rehberin, şöförün cebine para giriyor, ailesine ekmek götürüyor.
Kapı komşumuz Bulgaristan her yıl, bizimkiler de dâhil olmak üzere on binlerce yabancı avcıyı konuk ediyor. El değmemiş ormanlarda, verimli avlaklar ile özel av sahalarında bilinçli avcılığı teşvik ediyor, ülkeye döviz girdisi sağlıyor.
Bilinçsiz avcılık, ziraî ilaçlar ve değişen iklim şartlarından dolayı memlekette av bulmakta zorlanan Türk avcıların paralı olanları, “kırk gün taban eti, bir gün av eti” dememek için yurtdışında avlanmayı tercih ediyorlar. Aralarında Afrika’ya, Sibirya’ya, Pamirlere, Tien Şan dağlarına, Himalayalara tırmanıp dev Marco Polo yaban koyunu, Tahr, Bharal, Markor gibi egzotik ve fantastik av yapanlar var.
Av merakı olanlar bu işin de kendine göre bir raconu olduğunu unutmasınlar. Gerçek avcı, avına daima kaçma şansı verir, tuzla, tuzakla, ökseyle, dinamitle ( balık için) gece projektörle, teyp kurup göç kuşlarını yanıltarak avlanmaz, dişiye, yavruya asla ve kat’a fişek atmaz.
Bu noktada mühim olan, şuursuz avcıyı bilinçlendirmek, kaçak avcıyı yakalayıp caydırıcı cezalar kesmek ve avcılığın kuralları konusunda kamuoyunu bilgilendirmektir.
Bir zamanlar ülkemiz av cennetiydi. Düzler yokuşlar keklik, turaç, çalılar çulluk doluydu. Sabahın seherinde Kayardı sırtlarında keklikler öter, Ege ormanlarında leoparlar gezerdi ( Anadolu Leoparı ). Hatta öyle ki 1970 yılına kadar Hakkâri dağlarında kaplan yaşamaktaydı. Toy kuşu gibi büyük kuşlar artık memleketimize uğramıyor. Karaca, Alageyik, Ulugeyik nesli ciddi tehlike altında. Kaçak avcılık çok yaygın. Defineciler nasıl tarihi alanlara zarar veriyorsa kaçak avcılar da yaban hayvanlarının neslini tüketiyorlar.
Nihayetinde avcılığın da bir etiği vardır. Kurallara uymadan yapılan avcılık cinayettir. Bu konuda halkımız bilinçlendirilmeli ve kirli malumat yığınlarından kurtarılmalıdır.
*Mandukacı: sopayla çalılara vurup kuş kaldıran ergen