İki hafta kadar önceydi sanırım kızım Pelin’in “bizim edebiyat Hocası da nerden bulur böyle okuma performanslarını” serzenişini “hayrola ne okumanızı önerdi öğretmeniniz?” Soru cümlesiyle yanıtladım. “Kuyucaklı Yusuf Sebahattin Ali adlı bir yazarı romanıymış bir hafta sürem var ve ben senin kitaplığında Kuyucaklı Yusuf romanını bir türlü bulamıyorum. ” Dedi.
“Alt raflara doğru bak bulursun. Aldırma Gönül Aldırma- Beni Saran Melankoli- Leylim Ley-Benim meskenim dağlardır dağlar gibi onlarca şarkıya söz olmuş şiirlerinde yazarıdır. Edebiyat öğretmeninin zamanlaması da doğru 2 Nisan ölüm yıldönümüdür. Bir edebiyatçıyı anmanın en güzel ve anlamlı yollarından biridir eserlerini yeni okurlara tanıtıp yeniden okumak ve yeniden okumak. Ülkemiz edebiyatının Sabah Yıldızıdır. Bende şiddetle öneririm mutlaka oku. Kağnı- Ses gibi hikâye kitapları da olacak oralarda, Kürk Mantolu Madonna adlı eseri de dikkatli bak!” Dedikten sonra bir yazarın, edebiyatçının ceberut devlet anlayışı tarafından tehdit olarak gösterilip katledilişi uygulamalarının ilk örteneklerinden biri olan Sebahattin Ali’nin gözlüğü, piposu, not defteri ve kaleminden başkaca bir şeyi olmayan bir sosyalist aydının “başı öne eğilmeden” yazıp ürettikleriyle nasıl bir dik duruş sergilediğini, lacivert geceyi bırak gündüz bile güneşe rağmen ışımaya devam eden sabahyıldızı misali eserleriyle parıldayan değerimizin önünde bir kez daha saygıyla eğildim.
Evet, Sabahattin Ali tek başınaydı, gözlüğü, piposu, not defteri ve kalemiyle… Ama katili yalnız değildi. Kanlı, kirli ve kokuşmuş bir düzenin sürüp gitmesini isteyenler kestiler fermanını. Ve insanlıktan çıkmış bir vicdansızın eline tutuşturuldu katliam fermanı. Sabahattin Ali, ülke dışında da olsa “tehlikeli fikirlerini” yayma eylemine devam edecekti. İşte bu yüzden katli vacipti. Ve şekli her nasıl olursa olsun ölümü gecikmemeliydi.
Karanlık bir gecede öldürüldü Sabahattin Ali. 2 Nisan 1948’de. Ardına baka baka yürüdüğü ovalarında memleketinin. Bulgaristan sınırı yakınlarında. Celladının adı Ali Ertekin’di. Sabahattin Ali’nin “acayip bir dimağ taşıyan kafasına” defalarca vurarak, içindekileri yok edebileceğini zanneden bir zavallının adıydı Ali Ertekin. Elleri titredi korkakça sarıldığı sopayı her kaldırışında. Vurmakla ölmeyen bu adamın karşısında dehşete kapıldı, daha hızlı vurdu, hınçla, kinle, öfkeyle… Ve her darbede tüketti cesaretini.
“Görüldü bir vücudun yerde sallandığı, uzakta koşarken hızlı koşan adımlar, kucakladı kanlı bir vücudu kaldırımlar…” Sizin Ali, kalleşçe işlediği cinayetin ardından koşarak kaçtı. Bizimkinin gövdesi düştü yere, kan revan içinde kaldı, ama yine de başı öne eğilmedi. Dimdik durdu ve öylece yumdu gözlerini sonsuz uykuya…
Sabahattin Ali bir öğretmen, bir yazar, bir çevirmen, bir şair olmanın ötesinde neydi? Onun ölümünü gerekli kılan ve yaşamına kastedilmesine vesile olan cevher yüreğinin neresindeydi? Sahi, bizim Ali kimdi?
Sabahattin Ali’nin yaşamını ve edebi kişiliğini anlatan her yazı, O’nun, köhnemiş ve yıkılmayı bekleyen duvarlara bir “deli dalga” gibi çarpışını ele almak zorundadır. Sabahattin Ali, onurlu bir yaşamı, onursuz bir köle yaşamına tercih eden ve bu tercihinin bedelinin ne olabileceğini kestiren bir sanatçıydı. Bir yandan kendi yaşamında yüz yüze geldiği çelişkiler, bir yandan da sanatına ve topluma karşı duyduğu sorumluluk, onun tercihini tereddütsüzce ezilenlerden yana yapmasına neden oldu.
Ve o bu tercihini şu sözlerle dile getirerek affedilmez suçunun ne olduğunu ilan ediyordu : “Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: ‘Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor...’ Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek, bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
Düştüğü yerde, oluk oluk akan kanı, bir fidana can olup kök salmış mıdır bilinmez ama onun yapıtları düşmanın asla ulaşamayacağı derinlerde on yıllardır yaşıyor. Bazen Karadeniz’e uzanıyor Sabahattin Ali’nin sesi, başı öne eğmemeyi salık veriyor. Güç oluyor taş duvar, demir kapı, kör pencere ardındakilere… “Aldırma..” diyor. “Sen görmesen bile denizi, göğe çevir gözünü…” Bazense sevdanın dillere dolanan sözü oluyor. Ayın şavkı vuruyor sazının tellerine, söz söylenemiyor sözünün üstüne… Ve Sabahattin Ali, onun kanını ellerinde taşıyanları çıldırtırcasına “tehlikeli” fiiller işlemeye devam ediyor.
Sabahattin Ali’den geriye kalanlar kırık gözlüğü, piposu, not defteri, kalemi, kana bulanmış gömleği değil yalnızca. O kana, kine doymayanlara karşı verilen kararlı savaşta bir başucu kitabı, bir kavga şiiri olarak sonsuza dek yaşayacak. Ve en zor durumlarımız da dahi bize umudu daima fısıldamaya devam edecek.