Biz bunlardan değiliz

Abone Ol
1) Olimpiyat açılış törenleri muhteşemdi, insanlığın bir ortak bayrama ne kadar ihtiyacı olduğunu bir kere daha hepimize gösterdi. İngilizler’in stadyum sahnesinde İngiliz çayırlarını köylülerini sonra maden işçilerini tüccarlarını gördük, güya tarihi akıtıyorlar, ancak İngilizler’in gelmiş geçmiş tarihlerin en büyük sömürge imparatorluğu kurduğunu tek bir sahne görmedik. Birinci Dünya Savaşı ise hayal meyal görünmedi desek yeridir. Kolonyalizmden tek bir sahne tek bir çağrışım dahi izleyemedik. Gördüğümüz tek sahne İngiltere’ye akın eden yabancılar. Yine de çok duygulandık, çünkü insanlık şarkılarla el ele yürüyordu, yanlış bir yerde ama bu da bir şey işte.
Geçen yüzyıl Çin’i Hint’i bu yüzyıl Irak’ta Afganistan’da Ortadoğu’da milyonlarca insanı acımasızca öldürmeye devam eden Batı hala evrenimizin en büyük gösterilerinin sahibi. Ancak batı çoktan ‘vicdan’dan düştü, insanlık vicdanına ne zamandır bir film çekemiyor, gelsin Harry Potter’ler gitsin James Bond’lar, bir de rock yıldızlarıyla disko ışıkları, bu kadar.
2) Türkiye Cumhuriyeti Devleti diye bir devlet var mı artık, daha bir hafta önce Rusya gazeteleri, düşürülen uçağımız sonrası Türk uçakları havalansaydı hepsini lunapark ördekleri gibi düşürüp tüm Türk hava kuvvetlerini birkaç dakikada yok edecektik, diye yazdı. Bu yüzden olmalı Genelkurmay’dan çelişkili beyanlar geldi ve uçağımızın düşürülmesi sonrası belirsizlikler içine gömülü kaldık. Yani Genelkurmay başkanımızın atik davranıp Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın dünyaya duyurduğu ‘raporların’ dilini bir anda değiştirmesi demek ki Türkiye’yi uçurumdan kıyısından kurtarmış.
Bu kafa karışıklığı nedir, Dışişleri başka konuşuyor Genelkurmay başka. Bedenin bağışıklık sistemi enfeksiyonlara karşı harekete geçer, ancak bazen bağışıklık sisteminin aklı karışır, casus mikroplarla kendi dost dokularını karıştırır, sebebi bilinmediği için hastalıklar yaşarız. Bağışıklık sistemi koruduğu bedene ihanet eder ve kendi bedenine saldırıya geçer. Ki hepimizin kafası karışık, casusu düşmanı dostu yalnız devletimiz değil içimizde karıştırmayan kaldı mı?
Kardeşlerim, işaret ve başparmağımızla yani iki parmağımızla bir şey tuttuğumuz zaman  dikkat edin elin diğer parmaklar devreden çekilir sus pus olup boyun eğerler, şimdi hemen parmağınızla deneyin, bir şey tutar gibi olduğunuzda diğer üç parmak neden işe karışmaz?
Böyle olmadı şöyle anlatayım, eskiden asker sıçar siyasetçi toplardı şimdi siyasetçi sıçıyor asker topluyor, vesayetin el değiştirmesi işte bu.
Neden Dışişleri bir şey tutmak istediğinde diğer parmaklar devreye giriyor. Askeri vesayet dönemi bitmemiş miydi, başbakan ve dışişleri bakanının uçağımızın düşürülmesi üzerine söylediklerini Genelkurmay niye ciddiye almadı, dışişleri ve başbakan palavradan mı atıp tutuyordu, basınımız nerde en küçük bir şeffaflık yok ki sizler de bizler de anlayalım.
Dün de Yunanlı bakan söyledi, Türkler sadece atıp tutar tehdit eder, dedi. Yani dünya devleti dedikleri ciddiyetten gerçeklikten uzak salla gitsin babalanan nutuklarmış, varolun büyük Türk Devlet Adamları Tayyip ve Davutoğlu, Türkiye’yi sonunda bir dünya ‘manyağı’ haline getirdiniz…
Hatırlayın AKP iktidarı boyunca Başbakanın yaptığı her açıklama bir saat geçmeden danışmanlarınca yalanlanıyor yanlış anlaşıldı düzeltmeleriyle toparlanmaya çalışılıyordu, iş ancak dünyayı da ilgilendiren savaş konusu haline gelince, artık ‘düzeltmeleri’ başbakan danışmanları değil Genelkurmay başkanlığı yapmaya başladı, yani, Genelkurmay Başkanlığı her gazete dergide bulunan ‘redakte’ servisine çoktan dönüştü. Benim önerim, başbakan nereye giderse genelkurmay başkanı da peşinden gitsin, kürsü de atıp tutarken, hop bir saniye diye ikaz etsin ya da daha bilimsel bir dil kursun ‘sayın başbakan zemini değil’ gibi. Başbakanın zemini Necip Fazıl, Genelkurmay başkanının zemini hava ve kara kuvvetlerinin gerçek güçleri, bilmem nasıl olacak?
3) Bütün tablolarda Hz. İsa’nın çarmıha avuç içlerinden çakılı olduğu resmedilir, ki yanlıştır, çünkü avuç içlerine çakılı olsaydı avuç ayalarının eklem kas gücü bir vucüdu asılı şekilde ayakta tutmaya yetmez yırtılır düşerdi. Gerçek avuç içlerinden değil bileklerinden çakılı olduğu. Bileklerinden çakılı olduğu gerçeği başka bir tartışmanın kapısı açıyor. Bileğe çakılan çiviler bilek içinden geçen sinirleri kopartmışsa hissizlik meydana gelmiş ve İsa’nın duyduğu acılar hafiflemiş de diyebiliriz miyiz, tartışmalı bir konu, ancak tartışmayı yapanların hiç birinin bileğinden çiviler çakılıp çarmıhta asılmamış olduğunu hatırlatmalıyız.
Bilinen genel geçer gerçek şu, İsa’yı çarmıhta o acılar içinde tutan şey, inancıydı. İnanç sahibi insanların çektikleri acılar başka tür bir acı kategorisine girer. Mesela mutfakta bir bıçak kazası serçe parmağınızdan et kopartsa çok daha büyük acı duyarsınız. Mesela şampiyon boksör yediği yüzlerce yumruktan bizlerin yiyeceği bir tokat kadar acı duymaz, çünkü bir hedefi arzusu vardır ve o dayaklar ona bir nevi tatlı pasta gibi gelir.
İktidarın yüzlerce hukuksuz tutuklamalarının acısını her gün yaşıyorsunuz, bir de iktidarın sansürleriyle karnımızı doyuracak kadar bile ne yazabiliyor ne konuşabiliyoruz, elektrik faturamızı dahi ödeyemeyip günlerce ODA TV’ye yazı dahi gönderemiyoruz, hem yazma hem konuşma işinde maharet sahibiyim ve yirmibeşin üstünde kitablarımın her biri üstün edebi nitelikler taşır, buna rağmen, yanlış duymadınız bazen dolmuşa binecek para bulamıyor beş gün on gün evden dışarı dahi çıkamıyoruz, gerçek bu. Halimizi daha da dramatik hale sokmayayım, ilerde Allah ömür verirse yazacağımız hikayelere kalsın.
Kendimle konuşan iç sesim şu, 56 yaşında ve 50 derece Ankara sıcağında ve karanlık içinde bir insan bunlara niçin katlansın? Bazen fazla ayrıntılı konuşmak karakter bozar, şüphesiz bağımsızlık gibi ideallerimiz uğruna. Ne yapalım gideceği yere kadar. Çiçekler dalında çiçektir, zamanı gelir göle düşerler, olsun gölün üstünde yüzen ölmüş çiçek yaprakları da çiçektir. Olur ya birgün sulara dalar genç çocukların gözleri.
Uykuya dalmış sular genç çocukların hayallerini de uykuya daldırmasın, geceler boyu dalıyla konuşan çiçekleri unutmasın. Bilsinler ki bizi göle savuran rüzgar değil dalından ayrılan biziz, gölde halkalanarak büyüyen dalgaların daha mucizevi çiçekler olduğuna inanmış anarşist çocuklar olduğumuz içindir, bu başka tür bir savaştır, hakikate daha sahici sarsıcı bir gömlek giydirmek için, sürünün içinde iyi bir balık değil daha az yalan söylemek için, belki kendine zararı oluyor ama kelimelerin çölde su gibi içiliyor, başka bir şey, sonra anlatırım.
4) M. Ali Birand ‘büyük Kürdistan kuruluyor biz hala küçük hesaplar peşindeyiz’ dedi. Bu cümlede en çok ‘biz’ kelimesi dikkatimi çekti. ‘Biz’ kimdir? M. Ali Birand ‘biz’ derken kimi neyi kastediyor. Ortada bir ‘cumhuriyet’ ‘ulus’ ya da ‘yurttaşlık’ mı kaldı ya da hepimizi bir arada tutan bir ‘hukuk mu’ var, hatta ortada bir anayasa falan da kalmadı, biz, neyin biz’idir.
Amerikan maşası Sünni bir iktidar Suud parasıyla Suriye’ye saldırıyor, bahsettiği biz bu ‘biz mi?’. Suriye’ye savaş başladığı günden bugüne borsamız coştu on puan yükseldi’, hatta uçağımız düştü ‘üç puan yükseldi’, hatta geçen hafta Avrupa borsaları üç puan düştüğü gün bizim borsa ‘bir’ puan yükseldi, yani bu biz, business’in bizinısı mı?
Mesela Mustafa Kemal, Kuvayı Milliye hepsi dalga geçilen değerler, hangisi ‘biz’ artık, mesela ‘ulus’ kelimesi yemediği hakaret kalmadı ülkeden kovuldu, tarihin en büyük şiiri bağımsızlık liberallerin daşak geçtiği eğlence konusu, M. Ali Birand ‘biz’ dediğine göre onun bir ‘biz’i var, o biz hangi biz bilen yok, işte buyurun, burası benim de doğup büyüdüğüm ülke ve ülkenin bir büyük yazarı ‘biz’ diyor, çok bilinen çok kullanılan bir ‘zamir’dir ama ben bilmiyorum, oysa ben yazarları eğlenmesem de okumaktan hoşlanırım. Mesela orospu mesela kerhane kelimesini biliyorum, mesela ekmek, su kelimelerini de mesela iletişim kelimesini de ama ‘biz’ nedir, yalvarırım yardımcı olun.
Evet bizim de bir bizimiz vardı, alevini Conk bayırının çimenlerinden almış, bizim de bir bizim’imiz vardı adını etle tırnağı birleştiren Yunus’un çiçeklerinden almış, yani kim olduğumuz anlaşılırdı, şimdi bir yazar ‘biz’ diyor ben kim olduğunu kimler olduğunu anlayamıyorum, Allahım bu nasıl bir durum, Musa, İsa bak anlıyorum ama ‘biz’.
Bunca yıl normal her insanı delirtecek kadar kitap okurum ama bu ‘biz’ kelimesi kadar beni yaralayan kelime görmedim, yıllarca ‘etnik’ tartışmanın kışkırtıcısı ol, etnik milliyetçiliğe kol kanat aç, sonra ‘biz’ deyiver. Bence biz derken iyi adil ve her daim başımızdan eksik olmayan kendi yakın çevresini kastediyor.
Ben de kendime bir köpek kulübesi bulup üstüne ‘biz’ yazacağım, biz biz biz biz diye havlayacağım.
5) Tıp argosunda ‘ağrı oyuncuları’ diye bir kavram var, ağrısı olmadığı halde, sigorta şirketinden tazminat almak için ağrısı varmış gibi yalan söyleyen numaradan hastaları anlatan.
Başörtüsü konusunda inancım inancım diye otuz yıl İslamcılar’ın ne dayanılmaz ağrıları vardı, sabahlara kadar bitmedi tartışmaları. Başörtüsü konusunda yasal olarak değişen bir şey yok, sadece ‘iktidar’ olunca ‘ağrıları’ kesildi. Şimdi Akit Gazetesi, millet öyle zenginlik sefa içindeki herkes iftarını Boğaz’da açıyor diye haber yapıyor. Anlaşılan iktidarı ele geçirmekle ağrıları sona ermiş.
Gençler hatırlamaz bilmez bu herkes zengin oldu yoksulluk kalmadı lafları Özal döneminin mirasıdır. Özal döneminde öyle bir medya güzellemesi vardı ki yoksulluktan bahsedeni deli diye Bakırköy’e kapatıyorlardı, hatta yoksulluk üzerine hikayelerim yüzünden ‘fukara edebiyatı’ yapıyor diye dalga geçiyorlardı benimle, hatta Can ağbi (Yücel) fukara edebiyatını savunmuştu, hatta Engin Ardıç bunlardan Şili’de bile kalmadı diye yazılar yazıyordu, döndük aynı yere geldik.
Aklınıza gelen herşey paralı, her aile çocuğunu okutabilmek için en azından yılda onbeş milyar ödüyor, dersaneler cabası. Çöp, elektrik, su, telefon, hava, eğitim, sağlık, herşey paralı, üstelik bir de vergi ödüyoruz. Çin, Japon ve Ruslar Türk bankalarını satın almak için peşine düşmüş. En büyük beş yüz şirket açıklandı, açıp bakmaya ne hacet, hergün neyin faturasını ödüyorsunuz, benzin, telefon, elektrik, araba, ev, işte ilk beş yüzü dolduran bunlar. Bankalarımız kredi-ipotekle rekorlar kırıyor.
Matador ABD kılıç darbeleriyle oynadığı Türkiye’yle bir müddet daha arenada eğlenmeyi sürdüreceği görünüyor, son kılıç darbesi vurarak boğayı niçin öldürsün, boğanın yorgunluktan bitkinlikten diz çökene kadar tükenişini beklemek daha ‘rantabl’ değil mi?
Etrafınıza dostlarınıza bir bakın içimizde ölümden korkan kalmadı, hepimizin tek korkusu ‘dinmeyen ağrılar’.
Tıp literatüründe plasebo ilaçlara kör ilaçlar denir, yani boş ilaçlar, fakat bir tıp mucizesidir, boş ilaçlar insana iyi gelir, çünkü boş da olsa ilacın kendisi her şeyin iyiye gideceği umudu verir. Gerçek bilim adamları da yeri geldiğinde boş ilaç tavsiyesinde bulunur, ancak bu ilaçların sadece ‘teskin’ ilaçları olduğunu bilirler. Hastayı oyalama ilaçlarıdır yani, Türkiye ekonomisi yerle yeksan olduğu günün bir önceki günü Sabah Gazetesi’nin ‘ekonomi pupa yelken’ manşetini unutmayın, teskin ilaçlarını psikiyatristlerden çok medyamız verir.
Bir de üstüne ekrana İslamcı liberal yazarlar çıkıp hangi konu açılsa güldükçe gülüyorlar anlayacağınız bir güzel eğleniyorlar.
Eskiden ‘gülme gazı’ partileri verilirdi Batı’da. Nitroz oksit ve alkol karışımı, yani sonra adı anestezi olan uyuşturucular alırlardı. Bacağı kesilse insanın acı duymaz ve kolları kesilse sonra ‘eter’e dönüşen bu gazın etkisiyle gülmekten kırılırlardı, siz buna, bizim sokaklarımızdan tanıdığımız ‘balici çocuklar’ deyin, bir naylon torbadan çekip çekip çıkıyorlar ekrana, Suriye uçak düşürüyor gülüyorlar, komşu bir ülkeye terörist silahlandırıp saldırıyoruz gülüyorlar, savaşın içindeyiz gülüyorlar, Hatay kan ağlıyor gülüyoruz.
O balici çocuklar da zaten travmatik ailelerinin dramlarını unutmak için başlamışlardı bali’ye, değişen ne ki, haa haklı oldukları yer var, çok özgürler çoook… Ancak çok okumuş bilmiş bir ağbileri olarak kendilerine tavsiyem, gülmenin bir sesi vardır ne kadar rahat bunlar diye sahte bir hava yaratır ama gülme’nin bir de kokusu vardır, cinnet’in kokusu gibi, her insan cinsi tanır bu kokuyu, ekranları kişisel rahatsızlıklarının tedavi merkezi olarak kullanan bu İslamcı kardeşleri bazen uyarmak gerekir çünkü bir de delilikleri ‘kayıt altına’ alınıyor.
6) Geçtiğimiz yirmi yıl içinde Ankara meydanlarında korkunç feryatlarla debelenen dalgalanan yangın yeri gibi çok büyük kitleler gördüm, mesela Uğur Mumcu’nun cenazesi, kalabalık feryat figan içindeydi, düzenli bir kortej içinde yürüyorlardı ama hiç kimse düzenli slogan atmıyor herkes kendince çıldırırcasına isyan ediyordu, mesela bir defasında, BBP’li Alperenleri gördüm Sıhhiye’den dört-beş bin kişi sopalarla ama nasıl delirmişcesine saldırdılar dükkanlara zapt etmek mümkün değildi, ilk kurulduğu yıllarda henüz PKK’ya kurban gitmeden Kesk’in Kızılay meydanında mitinginin tam ortasındayım, bu denli gözü kara günlerce direnen bir kalabalık görmemiştim, bir defasında Beyazıt Camii önünde Cuma sonrası İslamcı kalabalıkları gördüm bıraksan yarım saat içinde İstanbul’u tarihten silecek kadar büyük bir öfke seli içindeydiler.
AKP iktidarıyla ne oldu, sağdan soldan kimseciklerin sesi çıkmıyor, tutuklamalar, gözünü yıldırmalar ya da medyanın bir zihin denetimi mi söz konusu. Daha da ötesi kimse bu delirmiş kalabalıkların öfkeden kudurmuş günlerini hatırlamıyor, bir anestezi ameliyatı gibi. Hasta açık kalp ameliyatını dahi görür ama sonra gördüklerini unuturmuş.
Bir bellek silici girdi devreye. Artık sadece ilaçla değil medyayla da geçmişi unutmak mümkün. Katilin sağcısı solcusu olur mu, ya da hukukta onu fazla kayırdın bununla dengeledim olur mu, oluyor işte, gerçek sahici feryat figanlar şimdi sadece mahkeme salonlarında, Balbaylar Haberallar yırtınarak bağırıyor, katilleri serbest bıraktınız bizi tutuyorsunuz, diye.
Bir zamanlar kimileri safca bir ideolojiye partiye mensup olmuş ama kimileri de uluslar arası gladyönün tetikçisi olmuş. Geçmiş günleri hatırlamayan insanlar tabi ki acı çekmez.
Katillikten kahramanlık üreten yakın siyasi geçmişi hala hatırlamayanlar mı var ya da hala savunanlar mı?. Kavganın şekline bakar mısınız, işsizlik için mi kavga, hayır, çalınan sınav soruları için mi, hayır, Suriye’yle niye savaşıyoruz diye mi, hayır, madenler elden çıkıyor yerli olan herşey satılıyor ve tutuklanıyor bunun için mi, hayır, ne için senin katilin benim katilim kavgası.
Ne için, Türkiye’nin hukukuyla iktidarıyla askeriyle yazarlarıyla kumpaslar kuran kasetler hazırlayan karanlık el, sokağa dökülmesi muhtemel Hizbullahından ülkücüsüne kitleleri ‘kontrol’ ‘denetim’ altına almak için af çıkartıyor.
Kardeşlerim tarih sizde boğulma kusma hissi mi yaratıyor, niçin açıp yakın tarihte neler olduğuna bakmıyor musunuz, sağcı solcu katillerin güzellik yarışması mı başladı, kim daha yakışıklı kim daha affı salıverilmediği hak ettiği derdine düşmüşsünüz.
Olaylara tarihe günümüze bakabilmek için önce hepimizin gözlerinin evet bakan gören gözlerinin iyi görüyor olması lazım, oturun ‘gözlerinizi’ iyileştirin, gözlerinizi ideolojilerin denetimden kör inadçı dumanından çıkartın, hiç olmazsa bir yazar olarak bana bakın, ideolojilerin pis kör gözlerinden tiksindiğimiz için işte böyle beş parasız karanlıkta aç sefil kaldık, ama bu eziyetlerin kalemime getirdiği bir üstünlük var, mırıldanarak aaa desem, üç saat içinde aaa harfini Anadolu’da duymadık insan kalmıyor.
Unutmayın, içimizde en şerefsizler ideolojik aidiyet ve kıskançlıklarla konuşanlardır.
7) Ergenekon iddiaları Eflatun’u da yanılttı. Malum Eflatun’un mağara risalesi felsefe tarihinde meşhurdur, yüzü mağara duvarına dönük sırtı dışarıya adam sadece dışarıdan geçenlerin gölgelerini görür ve Eflatun, bu dünya gölge dünyası, gerçek’in gölgeleridir, der. Eflatun şunu demek ister bu dünya gerçek değil ‘idealler’ dünyası, bunun karşıtı, gerçek dünyayı, maddeyi materyalizmi savunanlardır, gerçek ne dediğinizde gördüklerimiz duyduklarımızdır derler ideallere inanmaz. İşte Ergenekon iddianamesi geldi idealler dediğimiz iddialarla gerçekler dediğimiz görünür duyulur tadılır koklanır gerçek varlığı olan belgeler arasında sıkıştı kaldı.
Başta Şamil Tayyar, Nazlı Ilıcaklar’ın dan Mehmet Baransu ve Emre Uslular’ına kadar beş yıl boyunca çuvallar dolusu iddialar manşetlere çekildi, sabahlara kadar TV’lerde tartışıldı.
Mahkemenin sebebi bu iddiaları araştırmak, sadece Nazlı Ilıcak her yazarın tutuklamasından sonra ekrandan temiz elli defa bağırarak ‘iddialar var efendim iddialar’ diye yırtındı.
Ergenekon üzerine en çok yazanlardan biri Şamil Tayyarsa diğeri Can Dündar. Bakın Can Dündar da mahkemenin tiyatro olduğunu bile bile gitti ciddi ciddi bildiklerini tane tane anlattı. Ama Şamil Tayyar ‘burası tiyatro gitmem’ diyor. Niçin kaçıyorsun? Burası tiyatro ise, gerçek mahkemeyi bulun, ya da gerçek belgeleri çıkartın?
Mehmet Baransular Emre Uslular Şamil Tayyarlar Nazlı Ilıcaklar, hadi o iddiaları mahkemelerde ispatlayın, geçtiğimiz beş yıl, özgürlük kahramanları gibi ekranlarda şekilden şekle girdiniz. Henüz beş yılı doldurmadan işte hukuk işte mahkeme, sözümona ekran kahramanlığınız maskaralığa dönüştü.
Ergenekon bir beyin tümörüydü, bu tümörü çıkartacak sizlerdiniz, işte mahkeme huzuru, işte hukuk, buyurun diye davetler çıkıyor, giden yok. Demek ki bu tümör sizin beyninizin tümörü.
Her tümör beyin donmasına yol açar. Kendi donmuş beyninizle yıllarca manşetlerle okuma yazması olmayan kitleleri de dondurup uyuşturdunuz,  tıpkı sahte cennetler pazarlayan sahte cehennem tasvirleriyle halkı korkutan çağların o meşhur sahtekar din adamları gibi, bu dünya gerçek değildir gerçek öbür dünyadır diyenler gibi, oysa sizin de amacınız zaten muhalefeti sindirip iktidarı ele geçirmekti, tıpkı o din adamlarının iktidarı ele geçirmek için halkı kandırması gibi, işte böyle Ergenekon davası idealler ve gerçekler dünyası kavgasına çoktan dönüştü.
İşte bugünlerde haritalar çizilirken ülkenin konuşacak yazacak insanları partileri zindanda tutulsun istediniz, artık mahkemeler iddianameler teferruattan ibaret, ayak bağı, beş yıldır sündürdünüz, bir beş yıl daha sündürmenin süründürmenin peşindesiniz.
Tarihler değişiyor müslümanın dini hukuku değişmiyor, sonunda kendi uydurdukları karabasanlar’ın altında kendileri kaldılar.
Bu iddialar var efendim diyen özgürlük savaşçılarının son beş yılda ekranlarda nasıl canla başla savaştıklarını bir düşünün, belki içimizde bu iddiaları çok insanca bulmuşlar olabilir ama şimdi bu karanlık yalanları gerçekle yüzleştirmenin zamanı, insan böyle anlarda vicdanını keşfeder.
Şimdi bunları yıllarca dinleyen izleyiciler okuyucular kardeşim siz bize yıllarca ne dediniz ne çıktı, şimdi iddialarınızı mahkemede bile tartışmaya korkuyor kaçıyorsunuz, demeyecek mi? Ya da masum insanlara atılmış bu çamurları nereye koyacağız? Bir öç almadan asla bahsetmiyorum, yalanlarının hesabını herkes hukuk önünde vermeli, yoksa bu pislik içindeki hukuk’a hiç birimiz ‘devlet’ ‘adalet’ diyemeyiz, bu iftira iddialarla aldanmış herkes bu çömlek kafalıları yıllarca niye dinledi niye inandı kendini sorgulasın.
İşte belki de tutuklusu bu denli çok mahkemeler tarihinde ilk defa oluyor, tutuklulardan tek bir fire yok, pişman olan, tırsan, korkan, geri çekilen, susan, ağız değiştiren, tek bir kişi dahi çıkmadı, uzun burunlu uzun kulaklıları gizli odalarda yönlendirenler, gördünüz mü baştan sona yüzde yüz onur abidesi böyle bir film, aksine birbirini tanımayan tutukladığınız herkes hem iftiralarınız hem de memleket toprağının tertemiz kardeşlik tutkalıyla daha da yapıştı birbirine.
Sizin tanrınız sizin iddialarınız sizin palavralarınız size kalsın biz ‘gerçek’i istiyoruz, hepimizi adil yapan hepimizi kardeşleyen bir toplumu var eden en değerli en yüksek değer ‘gerçek’i…
Bu sizin palavra iftiracı tanrılarınız bizi insanlıktan soğutmak bıktırmak istiyorsa, boşuna uğraşmayın, biz yüceler yücesi insanı tanıyoruz, sizin suratlarınıza bakıp insanlık hakkında umutsuz kötü kararlar verecek kadar da zavallı insanlar hiç değiliz…
8) Biraz da eğlenelim. Ayşegül Tatilde gibi Nagehan Alçı Küba’da, izlenimlerini yazmaya başladı, önce halkına çektirdiği acılardan dolayı Küba diktatöründen kusması gelmiş, sonra nevri dönmüş, sonra aklı almamış, sonra neye uğradığını şaşırmış (bunların hepsi ayrı bölüm, yazısı dizisinin son bölümü ise ‘dehşete kapıldım’)
Küba’dan sonra Rusya’ya geçip Putin’in gırtlağına yapışacağı tahmin ediliyor. Ancak durumdan haberdar olan Birleşmiş Milletler bütün üye ülkelere kripto geçerek Nagehan’ın her an sınır kapılarına dayanabileceği uyarısında bulunmuş.
Nagehan hanımın insanlığa tek hayrı küçücük kafa yapısıyla annesinin doğum sancısını hafifletmiş olması.
Nagehan hanıma bir sorum olacak, burada elli derecede çöl kumunda Suriye’nin pişpişlediğiniz savaşçıları bombalar altında özgürlük mücadelesi verirken ta Kübalar’da ne arıyorsun? Senin gibi yılmaz özgürlük savaşçısının kan gövdeyi götürürken cephelerde ekranlarda olması gerekmez mi, ya da sensiz Suriye’ye özgürlük gelir mi? Kızgın kumlar üstünde çürüyen cesedlerin yağları akıyor sen Kübalarda kafa buluyorsun.
Nagehan’a ikinci sorum, Nagehan hanım ona diktatör buna diktatör diyorsun uçaklardan inip uçaklara biniyorsun, sadece bu tatilde harcadığınız parayı, bir yazar olarak benim ömrü hayatımda göremeyişim hangi ekonomik düzenin bağışıdır sizlere.
Neyse hazır Jamaikalar’a kadar gitmişken dünyaya bir hayrın olsun, Esad kaçmak için ev arıyor, kiralık bir ev bakıver Esad ailesine. Ancak bahçeli ve çift katlı olsun, ne olur olmaz, belki Tayyip Erdoğan’da ilerde kullanabilir.
Nagehan hanıma üçüncü sorum, coğrafyaları dünyaları yani atlas’ı özgürlük özgürlük diye dönüp duruyorsun, bakın, insan boynunda ilk omur’un adı Atlas’dır, dünyayı sırtında taşıyan bir Yunan Tanrısı’dır, eğer o ilk omur olmadan dünyaya gelmişseniz, istediğiniz kadar devri alem dönüp dolaşın Atlas’ı, kendi kuyruğunu ısırmak isteyen yılan gibi etrafınızda delice dönüp durmaktan bizleri eğlendirmekten başka işe yaramaz.
9)  Kardeşlerim biz müslümanı müslümana kırdırtan bu Amerikan Sünnilerinden değiliz. Kardeşlerim, biz Amerika ve İsrail’in yürü ya kulum deyip haritalara saldığı Amerikan Kürtçülerinden değiliz, kardeşlerim, biz komşularına silahlı örgütler kurup saldırtan leşçi Müslümanlardan hiç değiliz.
Kardeşlerim biz dolarlarıyla hem El Kaideyi hem AKP’yi savaşa sürükleyen bedevi suudlardan değiliz, kardeşlerim, hepsi kötü yollardan şöhret olmuş budala sokak kadını rüyalarıyla büyümüş bu liberal yazarlardan hiç değiliz.
Kardeşlerim mahallemizde yangın çıksa su kovası zinciri oluştururduk seyredin işte şimdi hepsi yangına benzinle koşuyor, Kürtler Şiiler Sünniler, futbol turnuvası gibi etnik mezhep savaş turnuvaları düzenliyor, hakemler akbabalar uzaktan izliyor, bakalım kim şampiyon olacakmış.
Kardeşlerim, mayın tarlaları gibi bu kalleş kemirici etnik yazarlardan değiliz, acuze sesli ve birbirine yakın mercimek kadar küçük gözlü ezan okuyan gavurların borazanı bu tuhaf yaratıklardan hiç değiliz, bunlar din adamı fikir adamı değil düzeltilmesi imkansız sinir hastaları.
Zincirlerinden boşalmış iç savaşlara koşan bu delilerden hiç değiliz.
Önce nohutumuz mercimeğimiz mısırımız tütünümüzü çaldılar sonra işte bu kanlı savaşta elleri ayakları dolaşmasın diye ne kadar yazar muhalif var içeri tıktılar.
Kardeşlerim, biz bu Amerikan ajanlarıyla bakanlıklarda tertipler kuranlardan değiliz.
Tanımasak da aynı ırk aynı dinden olmasak da yolda gördüğümüzde, dik yürüyen insanlar her coğrafyada bize onur verir.
Kimsenin duyamayacağı gizli bir yerde bağırmaya dahi cesaret edemeyecek insanlar başımıza gazeteci oldu izleyin işte basın bayramı kutluyorlar, var mı içlerinde şimdi ormanın zindanında çürüyerek ölen bir ağacın sesini duyabilecek?
Kardeşlerim, ikinci kez ‘korkma’ diye haykıracak günleri yaşıyoruz, korkmayın, kimse çelemez aklımızı, çünkü düşlerimizi bağımsızlık kurdu..
Yıllar var ki umursamayan halkımız, uykunun dumanına dalmış gözleri gördünüz işte bir halk karabasan’a ancak uyandı.
Açın ülkenin bütün yazarları gazetelerini siyasetçilerini, tek tek okuyun, bu sütunlarda tek satır yalan söylemedik size, afyonun esrarın ajanların hayaletleriyle değil, topraklarımızın iniltisiyle düşlerimizin mimarisiyle konuştuk, hepimizin hayali geleceğin hür topraklarına dürüst aşkımızla konuştuk.
Tanrı bazen yalnız yoksul çaresiz bırakır insanı, düşleri çiçeklenmeyi öğrensin, ruhu bastığı toprakların tarlalarına daha derinden kök salsın, diye.
Kardeşlerim, topraklarımızın en büyük şiiri, bağımsızlığı, gördünüz işte yeniden bir daha sil baştan yeminler ederek ezberledik. Her bir taşı elmas teni, bin yıldır gönüllerimiz her bir kardeşimizin gecesiyle nikahlı evli, bin yıldır geceleri yıldızlarla aynı evde memleketimin dağlarıyla koyun koyuna uyuduk..
Gördünüz işte demokrasiden dahi cehennem yarattılar, gördünüz işte, her insan evladını zihninden hasta yaptılar, gördünüz işte, çiçeklerin sevincini kurutup acıyı üzüntüyü tanımayan bir nesil yarattılar, insana dair bütün umut kapılarını hukuk diye diye kapattılar, bir halkı Amerikan ajanı bir cemaatin kapısına köle köpek yaptılar.
Biz bunlardan değiliz kardeşlerim.
Neden bu hapisler bu işkenceler, siyasal ve sosyal eşitlikler herkese dağlarımız ovalarımız yaylalarımız herkese dediğimiz için Amerikan rüyalarına cemaat hülyalarına dalmadığımız için, düşündüğümüz için düşlediğimiz için sorduğumuz için.
Biz bunlardan değiliz kardeşlerim.
Biz bu toprakların lodosu poyrazıyız bu toprakların sediri ladini bu toprakların yerli kara’sıyız, bu toprakları kardeşleyen Hacı Bektaşların Yunuslar’ın çocuklarıyız, kuşkunuz olmasın bu topraklar yalan sinsi ajan hain kir tutmaz…
Kırkikindiler gibi yeniden gireceğiz ülkemizin ovalarına.
Hepsi yalan düzmece tilkiler gibi her gün bin numarayla çıkıyorlar karşımıza, oysa bilmezler kirpinin tek bir numarası var, kendine sarılmak.
Kimsenin müridi adamı olmadan insan bedenimize sarıldık, ne yılanın zehri ne yırtıcıların pençesi, hadi bakalım Amerika’nın cemaatlerin karabasanları, tek dişi kalmış canavar ağzınızla bir daha deneyin şansınızı, bakalım kopartabilecek misiniz onurumuzdan tek bir taşı.
Nihat Genç
Odatv.com