Sana söz sultanları çok güzel naatlar dizdiler, sözler yazdılar, yüreklerindeki bam telini titreştiren nice Hak dostları gönüllerinin sızılarını ifşa ettiler.
Pek çoğu Senin adını anarak anlamlaştırdı anlatmak İstediklerini…
Kaç kelam edip hangi ahvalimi sana aktarabileceğim bilmem ama; ben de niyetlendim, halime bakmadan ahvalimizi sana anlatmaya, dertlerimizi dökmeye…
Ey Efendim!
Sen ki geldiğin devirde insanların, yaratılış gayesini unuttuğu ve insanlıktan firar ettiği bir dem yaşanıyordu her yerde…
Ve Cafer bin Ebu Talip, Habeş kralına şöyle anlatıyordu hallerini:
"Ey Melik, biz kan içer, leş yer, zina eder, hırsızlık yapar, adam öldürür ve yağmacılıkla iştigal ederdik... Kuvvetli olan, zayıfı ezer ve insanlık adına utandırıcı daha neler neler yapardık...
Ya koca Ömer’e ne demeli:
“İki şey aklıma geldikçe birine güler, diğerine ağlarım; yeni doğan kızımı gömdüğümü hatırladıkça ağlarım, önce ibadet edip sonra yediğimiz puttan helvalar aklıma geldikçe de gülerim."
Ey Efendim! Daha ne acılar, ne hüzünler, ne yürek sızlatan bir dönem yaşanmıştı.
Ve ondan olsa gerek ki, Sana” Hüzün Peygamberi” denilmiş ve “Garip” sıfatı ile sıfatlanmış hayatının her anı dertlilere derman olmak, avuç içi kadar bir hasır üzerinde, bazen açlığın iflahını kestiği, bazen yollarına dikenler serpilip başından deve işkembelerinin döküldüğü, kimi zaman göz yaşları ile ıslanan kumdan seccadenin ardından En Sevgiliden gelen “Rabbin seni unutmadı, terk etmedi” inşirahı ile bu kez hamd göz yaşları toprağını ıslatmıştı.
Ey Efendim, o cahiliye döneminin ardından hem Dünya hem Ahiret muştusu bir medeniyet inşa etmiş ve insanlık yaratılış gayesindeki hikmeti Seninle tanımıştı.
Senin medeniyetinin temsilcileri okyanuslara kadar dayanmışlar ve işte Ukbe bin Nafi :
Emrindeki ordu ile kahramanca savaşıp Atlas Okyanusu’na kadar ilerledikten sonra; Sahilden uçsuz bucaksız okyanusa bakarak tarih sayfalarında ibretle okunan şu muhteşem sözünü söylemişti: “Allah’ım! Eğer şu deniz önüme çıkmasa idi, senin dinini yaymak için devam edecektim.”
Ve nihayetinde Tarık Bin Ziyad’a gelindiğinde artık o gemileri de yakacak ve şu haykırışta bulunacaktı:
“Arkanızda sizi yutmaya hazır düşmandan kavi bir okyanus, karşınızda azgın bir düşman var. Ya kaçıp zelil olursunuz ya savaşıp şehit olursunuz”
Ardından senin ordun, bu mübarek Türk milleti!
Seni rüyasında görüp Müslüman olduğu ifade edilen Satuk Buğra Han ile top yekun bir başladı ki “sana layık ümmet olma” davasına… Ne haçlı seferleri, Ne Bizans ordusu, Ne o zihniyetlerin devamı önüne geçemedi bu aşkın.
Alpaslan, “Bidat nedir bilmeyen tertemiz Müslümanlar” olduğumuzu beyan ederken; Osman Bey “Gayemizi Allah’ın nizamını Dünya’ya hakim kılmak” derken; Yavuz, Sina çölünü Seninle aşarken ve Çanakkale’de, 1. Tabur komutanı Binbaşı Lütfi "Yetiş Ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırken Sen hep yanımızdaydın.
Ve Ey Efendim!
Bilal’ın Senden sonra bir daha ezan okumadığı, bir seferinde ısrarlar üzerine çıktığı mescidin damında “Eşhedü enne…” deyip gerisini getiremeyip hıçkırıklara boğulduğundaki özlem gibi Seni özlüyor ve Seni bekliyoruz.
Çünkü insanlık yine aynı cahiliye devrindeki gibi kan içme yarışına girdi.
Çünkü insanlık yine insanlığını unutup leş yemeye ve orman kanunu ile insanları yönetmeye kalktı.
…
Ey Efendim!
Biliyoruz ki biz sana layık ümmet olamadık. Ve senin hüzün soluklu gurbet ufkundan seslendiğin “kardeşlerim” nidasını anlayamadık.
Ama bir şeyi daha biliyoruz ki Seni Alemlere Rahmet Diye Yaratan Allah, bu kırık dilekçeyi Sana ulaştıracak ve Sen bu kaçkınlarına sahip çıkacaksın.
Ve “gel”, diyeceksin, “gel hadi”, “gözünde tüllenen yaş seni de senin sevdalandığın sevdaları da bana ulaştıracak.”
Biz de sana diyoruz:
Hadi gel, gel artık. Bir kez daha gel Miraç’tan gelir gibi gel, Hac’dan döner gibi gel! Gel de artık bu hasret bitsin. Gönüller sevgiye kansın.