İsmail Hakkı Tonguç; “… Memleketin genel havası solunamayacak kadar ağırlaşmış, her yerini karanlık basmıştı… Yurtseverler için büyük felaketler karşısında anasının kucağına sığınmaktan başka çare bulamayan bir çocuk gibi, yüzyıllardan beri Türk köylüsüne yuva olan Anadolu’ya, köylüye sığınmaktan başka çare yoktu. Onlar halk kaynağına dönerek güç topladılar…”
Yazı dizimizin ilk bölümünde Osmanlı’nın eğitim sistemine ve padişah II. Mahmut’un eğitim konusundaki yenilikçi girişimlerine kısaca değinmiştik. Devam edelim.
Tanzimat döneminde (1839-1876) halkın eğitimi için bazı önlemler alınır. İlk kez bir erkek öğretmen okulu (Darülmuallimîn) (1848), kızlar için ilk ilkokul (iptidâiye) ve ortaokul (rüştiye) mektepleri açılır. (1858) Fransız sistemi örnek alınarak devlet teşkilatına yönetici yetiştirmek amacıyla kurulan Siyasal Bilgiler (Mekteb-i Mülkiye) ile değişik ırk ve dinden olan çocukları Osmanlılık ideolojisi etrafında birleştirmeyi hedef1eyen ve günümüzde Galatasaray Lisesi olarak anılan Galatasaray Sultanisi ile Müslüman, Türk çocuklarına eğitim vermek amacıyla kurulan ve günümüzde Darüşşafaka Lisesi olarak adlandırılan Darüşşafaka (Şefkat Yuvası) da Osmanlı okullarının arasındadır.
Bu dönem açılan diğer bir eğitim kuruluşu da üniversite düzeyinde eğitim veren Darülfünun, günümüzdeki adıyla İstanbul Üniversitesi’dir. Diğer okullar ise şunlardır: Ziraat Okulu, Mülkiye Mektepleri, Yüksek Askeri Okullar ve son olarak da öğretmen yetiştirmek amacıyla Maarif-i Umumiye Nezareti ile kurulan Dar’ül Muallimin yani Kız Öğretmen Okulu’dur. (1870)
I. Abdülhamid, okullardaki din ve ahlak derslerini arttırmak suretiyle bir eğitim siyaseti izlemiştir. Eğitim adına yapılan tüm yenilikler Osmanlı felsefesinde ve zihniyet yapısında bir değişikliğe neden olmamaktadır. Medrese eğitimleri ise sürmektedir. Medrese çıkışlılar sarıklı hocalardır. Yeni öğretmenlerin giydiği fes ise yeniliğin simgesidir.
Yeri gelmişken kısa bir bilgi notu verelim. Türklerin fesle tanışması, 16. yüzyılda Cezayirli denizciler vasıtasıyla olmuştur. Fesin, resmi başlık olarak kabulü, II. Mahmud dönemine rastlar. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sonrasında Serasker Hüsrev Paşa’nın Kalyoncu askerlerine giydirdiği Tunus feslerini çok beğenen padişah, devlet memurlarının da aynı başlığı kullanmasını ister ve din adamları ile kadınlar dışındaki herkesin fes giymesini zorunlu kılar. (1829) Dönemin din adamları, “Sarığımızı çıkartmayız! … Bu ecnebi başlığını kabul etmeyiz! … Kahrolsun fes!” diye bağırarak fesin “gâvur” başlığı olduğunu belirterek, fes takmayı reddederler. Bunun üzerine II. Mahmut fesin “dinen caiz olduğunu” belirten fetvalar yayınlatmak zorunda kalır. (Günümüzde de bazı konularda halkı ikna etmek için fetvalar yayınlatılmıyor mu?) Kısaca divan şairlerinin şiirlerine konu olan püsküllü kırmızı fes ne Osmanlı ne Anadolu ne Türk ne de İslami bir başlıktır. Fas şehrinde ortaya çıktığı ve Türkiye’ye daha çok Avrupa’dan ithal edildiği için bu adı taşımaktadır. Bir başka adı da Yunanistan’dan ithal edildiği için “Yunan serpuşu” dur. Günümüzde hâlâ Yunan ordusunda ve Yunan’ın bazı dinî törenlerinde kullanılmaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk, İnebolu’da yaptığı konuşmada fesi “din ve iman sembolü” sananlara şöyle seslenmiştir: “Bunu (şapkayı) caiz değil diyenler vardır. Onlara diyelim ki çok bilgisizsiniz, dünyadan habersizsiniz. Ve onlara sormak isterim. Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının özel kılığı olan cübbeyi ne vakit ne için ve nasıl giydiler?” (27 Ağustos 1925)
Evet, nasıl giydiler, ya da kimler tarafından giydirildiler? Günümüzde, başında fes ile gezen Osmanlıcı kafalar da hâlâ fesin Osmanlı başlığı olduğu iddiasındalar. Gerçeği bilmemeleri mümkün mü? Ama sırf Cumhuriyet’e karşı çıkmak adına Yunan serpuşunu başlarına takıp gezmekte ısrarcılar.
Konumuza dönecek olursak; II. Abdülhamit, 30 yıl süren saltanatında parlamentoyu kapatıp “Mutlakiyet Dönemi” ne geçse de (1878) kendince eğitimdeki çabaları sürdürmeye çalışmıştır. Bu dönemde toplumdaki baskılar sonucunda özel okullar çoğalmakta, yabancı okulların zararlı etkileri de artmaktadır. Ülke sorunlarına duyarlı vatansever öğretmenler, artan baskılar sonucunda ya uzak yerlere sürülmekte ya da işten çıkarılmaktadır.
Bu arada önemli bir bilgiyi burada paylaşmak istiyoruz; hakkı sahiplerine vermek adına: Tarihçiler, Osmanlı’da eğitimdeki büyük atılımın, İstanbul’un alınışından sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından başlatıldığını yazmaktadır. Adını taşıyan Fatih Camisi çevresindeki medreseler Fatih’in eğitime verdiği önemi göstermektedir. Fatih’in yaptığı bu atılımın, Kanuni Sultan Süleyman devrinde de devam ettiği, 1559’da yaptırdığı muhteşem Süleymaniye cami ve medreselerinden de anlaşılmaktadır.
Osmanlı dönemini burada noktalayıp, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dönemindeki eğitim çalışmalarına gelelim.
Köy Enstitülerinin babası olarak kabul edilen İsmail Hakkı Tonguç, Cumhuriyet’in eğitim devrimi için şu tespitlerde bulunmaktadır: “… Devrimin ne yapıp edip, bir yandan Anadolu’daki genç insanlara ülküsünü benimsetmesi, kendi kuşağını hızla yetiştirmesi gerekiyordu. Hiçbir yenilik hareketi yeni insanı, yeni kadroları olmadan yapılamazdı. Bu iş Millî Eğitim Bakanlığı’nın başta gelen göreviydi.”
Mustafa Kemal, eğitim ordusu olmadan savaş meydanlarında kazanılan zaferlerin devamlı olamayacağının bilincindedir. Ülkenin çiftçiye, esnafa, zanaatkâra, doktora, mühendise, bilim insanına ve akla gelebilecek her türlü eğitimli ve nitelikli iş gücüne ihtiyacı vardır. Tam bağımsızlığa götüren yolun “ekonomik bağımsızlık” tan geçtiğine sık sık vurgu yapan Mustafa Kemal, savaşın ardından şunları söylemektedir: “Üç buçuk yıl süren bu kargaşadan sonra, savaşımımızı bilimsel alanda, ekonomi ve eğitim alanında sürdüreceğiz. Bunda başarıya ulaşacağımıza inanıyorum. Esnaf olacağız, zanaatçı olacağız, bu göreve bundan böyle bütün gücümüzle kendimizi vereceğiz,” demiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitimle ilgili düşünceleri çok eskidir. Buna ait ilk ciddi çalışmayı, Kurtuluş Savaşı devam ederken 15 Temmuz 1921’de başlatır, Ankara’da 180’e yakın üyenin katılımıyla Maarif Kongresi’ni gerçekleştirir. Atatürk, cepheden bir gün uzaklaşarak kongreye katılmış, Türk Millî Eğitiminin felsefe, hedef ve politikalarının nasıl olması gerektiğine işaret etmiştir. Mustafa Kemal, kurtuluş savaşını Anadolu’dan başlattığı gibi ekonomi savaşını da Anadolu’dan başlatmıştır. 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kurultayı’nda, “ … Yeni devletin, hükûmetlerimizin bütün programları, ekonomi programından çıkarılmalıdır. Her şey bunun içinde vardır. Çocuklarımızı öylesine yetiştirmeli ve eğitmeliyiz ki ticaretin, tarımın ve tekniğin tüm alanlarında bilgili, etkili ve yetkin olsunlar” demekte, aynı yıl Meclis açılışında da “… Eğitimi, ekonomik yaşamda başarı sağlayacak, işe dayalı ve üretici bir cihaz haline getirmek gerektiğine” dikkat çekmektedir.
Ve kollar sıvanır… Henüz Cumhuriyetin ilanına aylar varken ulusal eğitimin amaçlarını içeren “Millî Eğitim Andı” yayımlanır. (8 Mart 1923) Maddeleri şöyledir: “Milliyetçi, ahlakçı, devrimci, laik, cumhuriyetçi yurttaşlar yetiştirmek. İlköğretimi genelleştirmek. Halk eğitimini de kapsayacak şekilde herkese okuma yazma öğretmek. Yeni kuşakları tüm öğretim basamaklarında, bilimsel özellikle, ekonomik yaşamda etkin ve başarılı kılacak bilgilerle donatmak. Özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan demokratik tutumu egemen kılmak. Türk ulusunu uygarlıkta en ileri düzeye götürmek ve yeni kuşakları bunun gerektirdiği güçte ve donanımda yetiştirmek.”
Millî Eğitim Andı’nın şu maddesi, günümüzdeki eğitim dâhil hemen hemen her konuda nasıl sınıfta kaldığımızın yüz yıl öncesinden gelen okkalı bir tokadı gibidir: “Özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan demokratik tutumu egemen kılmak…” Ne yazık ki Atatürk’ten sonra iş başına gelen iktidarlar, “özgürlük ve demokratik tutumu” öncelemeyen uygulamalara imza attılar ve Türkiye’yi, başta eğitim ve ekonomi olmak üzere bugün içinde bulunduğu iç ve dış olumsuzluklarla boğuşur hale getirdiler.
Devam edecek...
Tülay Hergünlü
İstanbul, 2 Kasım 2024