Geçenlerde bir resmi toplantı sonrasında dünyada ve Türkiye’de değişimin, gündeme geldiği bir aşamada, bu konu ile ilgili konuşmalar yapılırken, milliyetçi kuruluşların birisinin başında bulunan bir yönetici konu ile ilgili açıklamalar yaparken “Her şey değişiyor, inşallah Türkiye değişmez.“ başlığını kullanarak açıklamalar yapıyordu. Son genel seçimlerin ardından siyasal partiler arasında değişim kendiliğinden gündeme geliyordu. Aslında seçimi kaybeden kesimlerin temsilcileri sürekli olarak seçim kaybetmekten bıktıkları için, bir an önce her şeyi değiştirerek yeni yapılacak seçimleri kazanmanın hesaplarını yaparken, değişim kavramı üzerinden yabancı emperyalist merkezler ile ortaklıklar kurarak ve geleceğe dönük iş birliği yaparak çıkar çevrelerinin sömürü düzenlerini ülkeye getirmek için çaba gösteriyorlardı. İmparatorluk döneminde başlayan durgunluk ve çöküş devrelerinin ortaya koyduğu gibi, artık büyük devletler dönemi bitiyor ve bunların sonrasında gündeme getirilen yeni aşama olarak orta boy ulus devletlere geçerken, dünya savaşları çıkartılarak çöküşün dağılma ve parçalanmaya dönüşmesinin önü açılmaya çalışılıyordu. Emperyalizmin dünyaya daha çok egemen olarak var olan ülkeleri bütünüyle kontrol altına alma girişimleri sırasında değişim tıpkı bugün olduğu gibi gene ağızlarda dolaşan siyasal kavramların içinde en önde gelen stratejik bir konuma sahip oluyordu. Hegemon güçler kendi çıkarları doğrultusundaki köklü dönüşümleri değişim kavramının arkasına saklanarak yaparken tarih biliminin sayfaları döndürülerek eskisinden çok daha farklı bir yeni dünya düzeni, insanlığın önüne çıkartılıyordu. Dünya tarihi sürekli olarak, birbirini izleyen bu tür dönüşümler ile dolu olduğu için, siyasal ve toplumsal alanda değişim giderek süreklilik kazanmış ve yeni ortaya çıkan durumlarla yaratılan büyük dönüşümler, insanlığın ortak yazgısını belirlemiştir.
İnsan toplulukları sürekli olarak değişim ve dönüşümler arasında gidip gelirken, uygarlık adı verilen daha gelişmiş bir yapılanmaya doğru yönelim daha da hızlanarak devam etmiştir. Türkiye dünyanın tam ortasında tarih boyunca yerini alırken, bütün değişim dönemlerinin ana hedefi olmuş ve dünya tarihi sürekli olarak değişirken, Türklerin kurduğu ve tarih boyunca yönettiği merkezi coğrafya devletleri yönlendirilmiştir. Asya kıtasının kuzeyi, doğusu ve ortasından kalkıp gelerek dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz’in kıyılarına yerleşen ve bu ve bu deniz üzerinden dünyanın bütün denizlerine ve su yollarına açılımların sürekli olarak birbirini izlemesiyle, Türkler her zaman için dünya tarihinin ana aktörlerinden birisi olarak tarihteki yerlerini almışlardır. Bu yüzden bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı forsunda, on altı ayrı Türk asıllı imparatorluk, Türk tarihinin ana göstergesi olarak öne çıkmakta ve bu hali ile, geçmişten gelen Türk hegemonyasının geleceğe uzanan yapılanması olarak genç kuşaklara yol göstermektedir. Bugünün dünyasında Türkiye bir orta boy ülke olarak merkezi alandaki yerini korurken ve dünyanın öbür kıtaları üzerinde ortaya çıkan yeni büyük devletlerin çok kutuplu bir dünya yapılanmasına doğru gelişmeleri yönlendirilmeye çalışılırken, her dönemdeki yeni ve hegemon girişimlerin devreye girerek ve bulundukları kıtanın üzerinden merkeze yönelerek, ikinci adımda geldikleri kıta ile merkezi coğrafya arasında köprüler kurarak gelmiş oldukları bölgesel hegemonluk aşamasından, tek merkezli dünya imparatorluğuna erişmeye çalışmışlar ama bir türlü böylesine büyük bir küresel planın, eski dünya güçleri tarafından gerçekleştirilemediği görülmüştür. Bu nedenle Asya, Amerika ve Afrika gibi dünya kıtalarından ortaya çıkan yeni hegemonya adaylarının kendi ülkelerinde yeni güç merkezini inşa ettikten sonra diğer kıtalara ve ülkelere de egemen olabilmek için merkezi alana gelmişler ama, bir türlü güç merkezi alan ile orta dünya arasında kalıcı bir birlik kuramadıkları ve bu yüzden de kalıcı olamadıkları anlaşılmaktadır. Cengiz han ve Timur han ile İngiltere, Fransa ve ABD orta dünyayı tam olarak ele geçiremedikleri için geri dönmüşlerdir.
Bugünün dünyasında dünyaya tam olarak egemen olduktan sonra, orta dünya üzerinden egemenlik düzeni oluşturmaya çalışan ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsü bazan tek tek, bazan da bir araya gelerek Atlantik ittifakı adı altında bölgeye geldikleri görülmekte ve bu hegemon güçlerin kendi çıkarları ya da merkezinde kendilerinin yer aldığı yeni imparatorluklar kurarak dünyanın diğer kıtalarını da içine alan bir yeni küresel siyaset düzeni oluşturmak için çaba gösterdikleri anlaşılmaktadır. Tarih biliminin getirdiği verilerle geçmiş dönemler incelendiğinde, dünya konjonktüründe öne geçen ve var olan siyasal düzenleri ele geçirerek bütün dünyada evrensel krallığı kurma peşinde koşan güçler eski dönemlerde kalkıştıkları yeni girişimleri sürdürerek, otorite alanlarını genişletmeye çalışmışlar ama belirli bir aşamaya gelindiği anda, var olan esas devletin içinde gündeme gelen ya da emperyal güçler tarafından yönlendirilen gelişmeler, hem dünya düzeninde hem de uluslararası konjonktürde yaratılan etkilerle yeni plan ve programlara dönük olarak var olan kamuoyunda önemli değişiklikleri gündeme getirebilmektedirler. İşte böylesine gelişmeler sonucunda bazan var olan siyasal düzenlerde yeni oluşumlar öne çıkabilmekte, bazan da var olan siyasal yapılanmaların bu tür yansımalara karşı dik durarak ve geçmişten gelen yapıları savunarak direndikleri, bunlara dayanan ulusal değerleri koruyarak her türlü saldırı ya da baskılara karşı çıktıkları görülmektedir. Yeryüzündeki dünya gücünü ele geçiren ve bu güç sayesinde güçlü bir devleti yapılandıran yeni oluşumlar, orta dünya alanlarını kendine bağlayacak siyasal plan ve programları gündeme getirerek, bu tür girişimleri uygulama alanına aktarabilmektedirler. Dünya tarihinin ana dönüşüm aşamalarındaki gelişmeler genellikle böylesine bir değişimlerden kurtulamamakta ve ortaya çıkan siyasal değişimlerin birbirini izlemesi sonucunda büyük dönüşüm virajlarına gelinerek, bu tür hareketliliğin faturasını ya yok olarak ya da çok daha büyük ve güçlü bir siyasal düzene kavuşarak, insanlık kendisi için faydasını görebilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına girerken ve bir ulus ya da ülke için böylesine mutlu bir yıldönümü kutlanırken, ülkenin önde gelen milliyetçi bir siyaset adamının her şeyin yok olma noktasında değişeceğini açıkça dile getirmesi ve her şeyin değişerek yok olacağını ifade ederken Türklerin var olan siyasal gerçekliği olan Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmeyeceğini ve Türkiye’de var olan her şeyin yok olmadan varlığını sürdüreceğini, her şey değişerek dönüşürken ve dönüşme aşamasına gelen siyaset dünyasında her şey yok olurken, Türk devletinin var olmaya devam ederek sonsuza kadar kurucu önder Atatürk’ün söylediği gibi var olacağını açıkça ifade etmesi, ilk bakışta çok ciddi bir zıtlığı öne çıkarmaktadır. Cümlenin iki süjesinden birisi için her şeyin değişerek ortadan kalkacağını söylerken, Türkiye’nin yaşayan bir siyasal organizma olarak var olmaya devam edeceğini dile getirmesi, çok ciddi anlamda bir zihinsel çelişkiyi ve bunun üzerinden de kaotik bir kafa yapısını öne çıkarmaktadır. Her şeyin değişerek yok olacağının söylendiği bir aşamada, sadece Türkiye’nin bu büyük değişimin dışında kalarak var olacağını ve değişmeden Türkiye’nin olduğu gibi ayakta kalacağını söyleyebilmek, ciddi bir çelişkiyi gözler önüne sermektedir. Siyasetçiler her şeyi açık açık konuşurken birçok yanlış yapmakta ve bu nedenle de siyasal çelişkilerden kurtulamamaktadırlar. Ne var ki, ulusalcı kesimde yer alan bir milliyetçi siyasetçinin önce her şeyin değişeceğini ve yok olacağını açıkça dile getirirken, Türkiye’nin değişmeyeceğini eski hali ile bu ülkenin aynen eskisi gibi yoluna devam edeceğini söylerken, herhalde bir bildiği olması gerekmektedir. Açıklamaları yapan siyasetçi, basın mensupları karşısında her şeyin değişerek yok olacağını söylerken, Türk ulusunu böylesine büyük bir yok oluş senaryosundan ayrı tutarak, ülkemizin ve devletimizin yoluna devam edecekmiş gibi bir hava yaratması üzerinde, Türk kamuoyunun ciddi biçimlerde durması gerekmektedir. Cumhuriyetin yüzüncü yılını kutlarken, Türkiye’yi parçalamayı her fırsatta dile getiren bölücülerin yaptıklarına benzer bir biçimde, Türkiye’deki cumhuriyet devletini yüz yıllık parantez olarak kamuoyu önünde açıklamak gibi bir büyük hataya yeni dönemde tekrar düşülmemelidir. Türk halkı kanla ve irfanla kurmuş olduğu Türkiye’deki cumhuriyet devletine sahip çıkarken, yüz yıllık parantez olmadığını ama orta dünyada bin yıllık bir hegemonyanın öncüsü olduğunu ortaya koymak zorunda olduğu açıkça görülmektedir. Böylesine bir bakış açısı Türkiye’nin varlığını koruyacağının garantisi olarak görülmelidir Türkiye’nin dünya ile ilişkileri devam edip giderken, yeryüzünde meydana gelen her türlü kaos ve düzen çöküşü ile ortaya çıkan ya da gündeme gelen büyük fırtınalar yeryüzünü sarsmaktadır. Var olan her türlü olgu ve oluşumun ortadan kalkmasına giden yolda bu tür olumsuz yapılanmaların devre dışı bırakılması ve her şeyin toptan yok edilmeye çalışılması gibi olumsuz gelişmeler, genel anlamda dünyanın ve insanlığın bir yok oluşa doğru sürüklenmesi gibi görülmektedir. Her şeyin yok olacağı bir düzensizlik ortamına yeryüzünde sürüklenmek açıkça yok oluşun resmi göstergesi olarak görülürken ,böylesine bir toptan yok oluşun öne çıkması üzerine bir siyaset adamının kaotik bir durumla karşı karşıya kalma gibi bir durumda tepki göstererek, birbirine benzer her şeyin yok olması gibi bir acil durumun önceden hazırlandığını bilerek ve her şeyin yok edilmeye çalışılacağını tepkisel bir karşı çıkış ile öne çıkararak, dünya ve Türk kamu oyları önünde uyarıda bulunarak, böylesine olumsuz bir gidişin olduğunu açıkça beyan ederken ve ama sözcüğü ile bu duruma karşı çıkarken, Türkiye’nin böylesine olumsuz bir gelişmenin yaratacağı yokluk durumuna karşı varlığını koruyacağını açıklama sahibi siyasetçi dile getirmekten kaçınmamaktadır. Her şey yok olabilir ama bu kural Türkiye için geçerli olamaz ve her türlü olumsuz koşullara rağmen, Türkiye var olarak geleceğin dünyasının yeniden kurulacağı bir aşamada, Atatürk’ün söylediği gibi ilelebet Türkiye Cumhuriyeti’nin var olacağının açıklanması ile dile getirilmektedir. Küresel bir fırtına ya da çöküşe karşı Türkiye ülkesel ve ulusal çizgide bir var oluşun öncüsü olacak güce sahip bir Türk devleti olarak yoluna devam edebilecektir. Ne mutlu Türküm diyene sloganı ille Türklerin moral güçleri artırılırken, küresel çöküş ve iflaslara rağmen Türkiye’nin sonsuza kadar yoluna devam etmesi sağlanacaktır. Türkler tarihin en eski ulusal toplumlarından birisi olarak ve her zaman için tarih sahnesinde varlıklarını göstererek kendi varlıklarını koruyacak yeni siyasal ve sosyal yapılanmalara öncülük etmişlerdir. Çağ değişikliklerini gündeme getiren bilim ve teknoloji yeniliklerinden yararlanılarak kurulan yepyeni düzenler insanlığın önünü açarak ömrünü uzatmıştır.
İnsanlık tarihinin son on bin yılına bakıldığı zaman, dönemsel değişimlerin hepsinin geçmiş dönemin içinde gerçekleşen yeniliklerin yaşam düzenlerine yansımalarıyla sonuç yarattığı açıktır. Bir önceki dönemde ortaya çıkan çalışmaların yarattığı toplumsal değişimler zamanla siyasal alana yansıyarak yeniliklere doğru sosyal toplulukları yönlendirirken, insanlığın geçmişten bugüne uzanan kesintisiz bir devamlılık çizgisi ortaya koyduğu görülmektedir. İlkel dönemler ele alınarak incelendiği zaman böylesine bir dönüşüm çizgisinin geleceğe doğru daha katı ve güçlü bir biçimde öne çıkarak siyasal toplumların biçimlenmelerinde rol oynamışlardır. Farklı dönemlerde gündeme gelen farklı yansımalar, zaman içerisinde geçen bütünlüklü oluşumlarda, tez ve anti tez etkileri ortaya çıkararak geleceğin koşullarında bir büyük oluşumu insanlığa armağan edebilmektedir. İnsanlık tarihinde bazı önemli dönüşümler ciddi bir biçimde incelendiğinde, arkalarında bu tür süreklilik arz eden bir sosyal ve politik oluşumlara giden yollar ya da toplumsal kaynaklar görülebilmektedir. Bu tür bir toplumsal bir süreci görebilen siyaset adamları bazan bu gibi konuları demeçlerinin içinde dile getirmekte, bazan da ayrı toplantılar düzenleyerek daha fazla etkinliğe erişme doğrultusunda geleceğe dönük arayışlar içine girebilmektedirler. Bütün bu tür etkinlik arayışları sırasında siyasetçiler daha fazla etkinlik gücü peşinde koşarken, kendi çıkarları doğrultusunda bazan küçük olayları büyüterek, bazan da tamamen tersi bir çizgide büyük olayları küçülterek, kamuoyuna yansıtmaya dikkat ederler. Siyaset adamlarının olayları ve gelişmeleri sürekli olarak kendi çıkarları çizgisinde ele alınmalarını gerektirirken, büyütme ve küçültme operasyonlarına yönelik oynama girişimlerini her an görmek mümkündür. Siyasetçiler için fırsat fırsattır ve hiçbir biçimde fırsatlar kaçırılmadan değerlendirilirse, siyasal rekabet düzeni içinde sonuç alınarak siyasal rakipler devre dışı bırakılabilirler. Dünya ile devlet ile ya da toplum ile genel kriterler açısından bir değerlendirme bazen siyasal çıkarlar açısından değerlendirmelere konu yapılabilir. Dünyanın geleceğinin değerlendirme altına alındığı bir söylem de bütün dünyanın değişeceği ve bunun önlenemeyeceği ama böylesine bir yok oluş süreci içinde Türkiye’nin devlet olarak değişmeden varlığını sürdüreceğini söylemek, büyük bir çelişki olarak öne çıkmaktadır.
Yirminci yüzyılın tamamlanmasıyla dünya yirmi birinci yüzyıla girerken, yeni dünya düzeni arayışlarının fazlasıyla artarak dünyanın önüne genel anlamda bir gündem olarak çıkmaktadır. Bu çizgide dünya dönmeye devam ederken diyalektik materyalizmin ortaya koyduğu gibi geçmiş ve geleceğin karşı karşıya geldiği bir sürecin tam ortasında, geçmişten gelen devlet modelleri ile bunlara karşı çıkan ve ters anlamda öne çıkmaya başlayan yeni devlet modellerinin dünya kamuoyu önünde tartışılmaya başlandığı görülmektedir. Aklını yeni yapılanmaya takan eski siyasetçilerin geçmişten gelen eski devlet modelleri karşısında şaşkınlığa sürüklendikleri açıkça görülmektedir. Bazan var olan bir devletin geleceği konuşulurken, doğal bir refleks tepkisi altında hareket edilerek küçümseyen bir tutum ile değerlendirme yapılabilmektedir. Küçümseme gibi bir distopik tutumun tersi bir çizgide sanki bir ütopya görüyormuş gibi, hayal aleminden gelen bir yaklaşım çerçevesinde de var olan koşulların ötesine giderek büyümseme gibi olmayan bir yaklaşımı, ya da küçük unsurların aşırı büyütülmesiyle ütopik bir dünyanın içinde kendini çok parlak bir geleceğin içinde varsaymak çok ileri gitmek açısından gerçeklere ters düşen aykırı değerlendirmeler olarak da gündeme gelebilir. Modern edebiyatın ana konuları içinde giderek öne çıkan olumlu bir yapılanma olarak ütopik ya da tersi bir çizgide olumsuzluğu gösteren distopik yaklaşımlar, ülkelerin, devletlerin ve de milletlerin geleceğini değerlendirmek açısından dikkate alınması gereken yöntemler olarak devreye sokulabilmektedir .Bu makaledeki konu açısından genel bir bakış açısı ile bir değerlendirme yapılırken, ütopik ve distopik bakış açılarını bir bütünlük çerçevesinde ele alarak değerlendirmek, sosyal bilimler açısından daha çok bilimselliği dayanak noktası olarak ele almak olacağından, bilimsel tutumun daha kalıcı destek çıkışı sağlayacağı öne sürülebilir. Bu durumda her şeyin yok olacağı distopik ama bu olumsuz duruma karşılık, Türkiye’nin ayakta kalarak değişmeyeceğini ileri sürmek ise distopya ortamında ütopik bir yaklaşımın sonucu olarak öne çıkacaktır.
Bugün dünyanın geldiği yer açısından konuya yaklaşıldığı zaman geçmiş dönemlerden çok farklı bir durumun ortaya çıktığı görülmektedir. Eskiden devletler arası bir uluslararası düzen varken, şimdi böyle bir düzenin yerine şirketlerin, uluslararası kuruluşların ve çeşitli alanlarda kurulmuş olan vakıfların oluşturdukları yeni bir uluslararası düzenin geçerlilik kazandığı göze çarpmaktadır. Eskiden devletlerin ulusal çıkarları doğrultusunda devletlerarası çekişmeler dünya kamuoyunda karışıklık ,çekişme ve çatışmalara yol açarken, bugün gelinen aşamada uluslararası düzenin yeni aktörleri olarak evrensel kuruluşlar, küresel şirketler ve belirli alanların her ülkede örgütlenmesinden meydana gelen vakıflar da öne geçerek, kendi alanlarında hegemon olabilmektedirler. Evrensel bir barış ütopyası peşinde bir araya gelerek koşanlar, tek dünya devleti oluşmasıyla beş büyük kıtada uluslararası bir barış düzenine sahip olabileceklerine inanırlarken, Dünya barışı her zaman için barış ütopyası peşinde koşan devletler ve kuruluşların dayanışmalarıyla devreye girerken, insanlık için kalıcı ve sürekli bir dünya barışı aramak, her zaman için siyasal gündemdeki ana sorunlardan birisi olmuştur. Dünyanın ve devletlerin geleceği bir bütünlük içinde değerlendirilirken, ütopya ve distopya kavramları açısından yaklaşım birlikteliği gerçekleştirilebilir. Devletler, şirketler, vakıflar, uzman dernekler ve uluslararası kuruluşlar kendi alanlarında çalışmalar yaparak dünya barışına katkı sağlamaktadırlar. Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde küresel barış ortamı gerçekleştirilirken, dünya barışı ütopyası hayalleri öne çıkmaktadır. Ne var ki, konu olumlu yönleriyle sorun olmaktan çıkartılırken, konunun sorunsallık boyutu da distopik bakış açısı ile dünya savaşını kışkırtan silah şirketleri, tekelci küresel şirketler, savaş isteyen emperyalist devletler, mafya örgütleri, terör örgütleri ve bağlantılı oldukları diğer kuruluşlar ile dünya barışını distopik açılardan tehdit eden her türlü hukuk dışı suç ve yeraltı örgütleri de, karşı cepheyi barış karşıtı bir çizgide hukuku ortadan kaldıran, insanların yaşama hakkına saldırarak yaşamlarına son veren, bütün distopik karşı çıkışları örgütleyen bir savaş cephesi, bütün insanlığın ve insan haklarının yok edicisi olarak siyasal alanda öne çıkarak etkili olmaktadır. Son olarak insan hakları yerine robot haklarını savunan küreselci kuruluşlar da insanlığı yok etmekte olan teknolojik emperyalizm cephesine katılmaktadırlar.
Devlet aklı kavramı son yıllarda ön plana çıkarken, her devletin varlığı ve devamlılığı bu kavram üzerinden ele alınarak tartışılmaktadır. Bütün devletlerin sahip oldukları koşullar ve özellikler birbirlerinden çok farklı oldukları için, her devlet ya da buna benzer bir mekanizma önce kendilerini ayakta tutacak ve daha sonra da devamlılık sağlayarak devleti geleceğe dönük bir devamlılık içinde güvence altına alacak bir yapılanmanın örgütlenmesi gerekmektedir. Kendini bilen her devlet sahip olduğu koşullar ve kendi siyasal modelini esas alarak bunu koruyan bir çizgide, devletler arası ilişkilere yöneldiği için, bütün devletler arasında ciddi bir çekişme, savaşlara kadar ilerleyen bir yolda insanların önüne çıkmaktadır. Her devletin geleceği konusunda devletler öncelikle kendi akıllarını koruyarak hareket etmek zorundadırlar. Devletlerin bütünüyle ortadan kalkması ya da yepyeni bir dünya düzenin de her şeyin yok olması ile bir devletin ya da ülkenin bu duruma karşı çıkarak var olabilmesi, aynı çizgide ele alınarak değerlendirme konusu yapılamaz. Yok olmanın koşulları ile var olmanın koşulları aynı anda benzer değerlerin korunması açısından yeterince etkili olamayabilir. Ne var ki, birbirinden farklı yapılanmaların ya da koşulların değerlendirilmesi sırasında var olan farklı koşullar ya da özellikler, rekabet düzeni içinde ele alınarak değerlendirilebilir. Hiçbir devletin aklı yok olmayı ya da tasfiye olmayı kabul eden bir çizgide dile getirilemez. Karşılıklı hareket halinde ya da bu duruma benzer bir biçimde devletlerarası ya da milletler arası ilişkiler ele alınarak her yaşanan olay ya da gelişmeler zinciri içinde, ülke ve dünya temaslarının güvenlik içinde sürdürülebilmesi ana esastır. Bir yön gösterici kavram olarak devlet aklı kavramı bu açıdan devletlerin varlığı ve yokluğu açısından temel olarak ele alınması gereken bir yapı taşıdır ve hiçbir biçimde görmezlikten gelinemeyecek bir devlet temelidir. Modern çağın gerekleri doğrultusunda ele alınarak kullanılacak devlet aklı kavramı en sonunda bütün devletlerin sığınacağı temel kavram olarak etkinliğini sürdürmektedir. Devletin aklında tutması gereken bütün bilgi birikiminin, geçmişten gelen bütün ağırlığı ile korunması her aşamada devlet aklının yönlendirici bir görevi olarak öne çıkmaktadır.
Devlet aklının var olduğu ve etkili bir biçimde kullanıldığı gelişmiş ülkelerde, devletlerin siyasal bir kamu düzeni ile var olabilmeleri ya da yaşanan olumsuz süreçler içinde yok olabilmeleri, ancak devlet aklı ile çözüme kavuşturulabilecek temel bir sorundur. Devlet aklı çalışmalarında her siyasal örgütlenmenin koşulları ve boyutları dikkatle ele alınarak varlık ve yokluk tartışmalarına son verilmeli ve durum tespiti yapıldıktan sonra da her türlü olumsuz yaklaşımlar bertaraf edilerek gene devletin varlığı konusu kesin karara bağlanarak kalıcı bir çözüm üretilmelidir. Küresel emperyalizmin bütün dünyaya egemen olabilmesi güçlü ulus devletleri ortadan kaldıramayacak aksine bunların zaman içinde daha da güçlü bir biçimde var olabilmelerini sağlayacaktır. Bir devletin varlığı ve yokluğu sorunu bütünüyle devlet aklı kavramının kullanılmasına ve bu kavram doğrultusunda kalıcı önlemlerin alınmasına bağlı görünmektedir. Küresel düzeyde bir yeni dünya düzeni kurmaya kalkışanların eskiyi yok etme noktasında ulus devletleri ortadan kaldırmalarına hiçbir ulus ya da ulusal toplum rıza göstermeyecektir. Dini kullanarak ulusları dinci oluşumlar içinde yok edilmesini de hiçbir ulusal yapı kabul etmeyecektir. Devlet aklı devletlerin kendilerine yönelik saldırı ve tehditlere karşı kendilerini koruyacakları, yaşanan olaylar sürecinde kesinleşmiştir. Son yıllarda ulusların kendisini her açıdan koruyacağını, giderek tersine dönen siyasal gelişmeler de açıkça ortaya koymaktadır. Her devlet kendi savunmasıyla ayakta kaldıktan sonra diğer devletlerle iyi ilişkiler kurarak geleceğe dönük kalıcı olabilmenin ve zaman içinde hiçbir biçimde yok olmaya izin vermeyecek bir kurumlaşma olgusunun gerçekleştirilmesine gidecek yolları, bütün devlet yönetimlerinin önüne getirmektedir. Devlet aklı kavramına dayanarak geliştirilecek bütün hukuk yolları, hem hukuk devletinin ayakta kalmasını sağlayacak hem de hukuk alanının kurumlaşması gibi yepyeni bir çağdaş gelişmeyi insanlığın önüne yeni bir çıkış yolu olarak getirebilecektir. İnsanlık yeni dönemde hem toplu yok olmaya hem de bireysel ya da kitlesel saldırılara karşı çıkmaya devam ederek, hukuk düzeninin güçlenmesine çaba göstermeye devam edecektir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN