Yüzünün hangi harfe yenik düştüğünü çok önceden görmüştüm
Görmüştüm güzün sararttığı bozkırların yüz görümlüğünü
Niğde garında gecikmiş bir tren çığlığıydı yalnızlığım
Buz tutmuş çatılarda alçıya alınmış gecenin kırık kolları
Kimsenin olmadığı bir yerdi bazı lügatlerde ismim
Bir hitit mirası devşirilmiş iklimler otağında
Efsaneler dökülmüş yıldızlar bıçak gibi keskin
Elifle başlarken vav gibi eğrilmiş akşamlarda
Sabah bir lahit kapağı gibi ağır ağır açılırken
Heybetli atlar dolaşırdı uçsuz bucaksız vahalarda
Biliyorum en taşrasına düştüm bir hüznün
Biliyorum kurumuş bir ırmaktır gözyaşlarım
Bak alıcı kuşlar gibi dolaşıyor üstümde ölüm
Öznesini taşıyamayan bir yüklemden farkın yok artık senin
Sen kıyametin busesi sen sürgünlüğümün giriş kapısı
Üstünde mavi boncukları çatlatan bir nazarla
Göğsünde kentlerin alınyazısını çağıran şafaklar
Tan yeri seccadesini güneşin üstüne ağır ağır sererken
Elleri soğuktan titreyen bir çocuktur burda kasım
Kırılmış camlar arasından ince bir sızı gibi girerken ayaz
Uzakta terk edilmiş köylerin zayıf ışıkları
Belki de yaşamak çok eski zamanların bir hikâyesidir
Taş kesilmiş adamların kirli şapkaları arasından
Süzülen bir bafra dumanıdır çocukluğumuz
İnce belli bir bardaktan oralet içerken
Sabah ezanlarının yankısı kerpiç duvarların derisinde
Yazması güneşte solmuş bir annenin gülümseyişidir merhamet
Yılanların uyanışı başlar otlar arasında bir hışırtıda
Bense yıkılmış evlerin önünde geçmez paralar biriktiririm
Günlerin konvoyunda öylesine beklerken