KÜLTÜR

Niğde Şehir Müzesi

Alper Göncü yazdı

Abone Ol

Şehir Müzesine dönüşen tarihi Bedesten henüz resmen faaliyete geçmediyse de Ramazan Bayramı öncesinde kapılarını ziyaretçilere açtı. Niğdelilerce büyük ilgi gören müze dört yıllık bir çalışmanın ardından şehrimize kazandırılmış oldu.

Orta Anadolu’nun önemli müzelerinden olan Niğde Arkeoloji Müzesinin kapatılmasıyla boşluğa düşen ve şehirde seyran yeri arayan Niğde halkı ile bayram münasebetiyle şehir dışından gelen ziyaretçiler, Bedesten’in tarihi atmosferi içinde titizlikle tasarlanmış Şehir Müzesi teşhirine hayran kaldılar.  

Osmanlı Bedesten mimarisinin tipik örneği kabul edilen ve 16. yüzyılda inşa edilen Sokullu Mehmet Paşa Bedesteni; önceki yıllarda askeri depo, sebze meyve hali, sosyete pazarı ve millet kıraathanesi olarak kullanıldıysa da hiçbir sistem uzun ömürlü olmadı ve binaya bir türlü verimli bir fonksiyon kazandırılamadı. Neyse ki Marka Şehir projesi kapsamında; tarihi binanın Şehir Müzesine dönüştürülmesine karar verilip ivedilikle çalışmalara başlandı. Ancak, önceki dönemlerde binanın gelişigüzel restorasyonu sonucunda ortaya çıkan ve Koruma Kurulu tarafından kabul edilmeyen müdahalelerin ve tepeden ısıtma sisteminin sökülüp yeniden projelendirilmesi oldukça uzun bir zaman aldı. Geçtiğimiz günlerde Belediye Başkanlığına yeniden seçilen Sn. Emrah Özdemir’in kararlı yaklaşımı sayesinde proje tamamlanabildi ve teşhir aşamasına geçildi. 

Müzede sergilenen objelerin büyük kısmını hibe eden Niğde esnafından, değerli koleksiyoncu ve taş uzmanı Sn. Halil Çakmak ağabeyimize, Cumhuriyet Eczanesi canlandırmasını müzemize kazandıran Ecz. Naim Osman Erem’e ve emeği geçen yetkililere Niğde halkı olarak  müteşekkiriz. Dileriz yeni müzemiz, kadim Niğdelilere şehrin geçmişini hatırlatırken, yaşayan müze olarak genç kuşakların şehre bakışına da yeni bir boyut kazandırır.   

İlk örnekleri 19. Yüzyılın sonlarında Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan şehir müzeleri, geçmişle bugün arasında köprü vazifesi görmesinin yanı sıra katılımcı yerel yönetim anlayışının yerleşmesiyle beraber, halkın yaşadığı kente sahip çıkmasını ve ortak bir gelecek kurmalarını sağladı. Kent Müzelerinin Avrupa’da ortaya çıkması ise ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda gerçekleşebildi. 

Ülkemizde ise 20-25 yıllık bir geçmişe sahip olan bu müzeler, geçmişin izlerini günümüze taşırken, müzeciliğe de yeni bir anlayış kazandırmış; onları, bakılıp geçilen obje teşhirinden ziyâde, insan ve hikâye odaklı bir hâle dönüştürerek öğretici ve kapsayıcı bir misyon üstlenmiş, bulunduğu mekânları şehir belleği merkezleri haline getirmiştir.

Bu itibarla, şehrin hafıza mekânları olan ve kadim mirası muhafaza ederek yeni kuşaklara aktarma işlevi gören şehir müzelerinin halkın hizmetine açılabilmesinin en önemli şartı basiretli ve kararlı yerel yöneticiler, kent gönüllüleri ve koleksiyonerlerin varlığı oldu.  

Ancak, şehrin tarihsel, kültürel, sosyolojik ve ekonomik geçmişini günümüze taşıma amacı güden bu mekânlar; “yapmış olmak” için tasarlanır, yasak savar gibi donatılır, “kopyala-yapıştır” yöntemiyle hayata geçirilirse, tekdüzelikten kurtulamaz, özünden uzaklaşıp ruhsuz bir hâle bürünür ve cazibe merkezi olma şansını kaybeder.

Şehir müzeleri, yaşayan müze anlayışıyla; dünyadaki gelişmeleri takip ederek kendini sürekli yenileyerek yönetilmeli; geçici sergilere ev sahipliği yapmalı, düzenlenecek etkinlik, kurs ve atölye çalışmalarıyla çocuk ve gençlerin ilgisini çekmelidir. Teknolojik gelişmeler ışığında; yeni kuşağa hitap edecek holografik tasarımlar, üç boyutlu uygulamalar, işitsel ve görsel animasyonlar, ziyaretçilere unutulmaz bir müze tecrübesi yaşatacak, kişisel gelişimlerine ziyâdesiyle fayda sağlayacaktır.

Ne yazık ki memleketimizin bazı şehirlerinde, özgün motiflerden uzak, şehrin simgelerini es geçerek ve bir dünya para dökerek yaptırılan müzeler; semerci, bıçakçı, yemenici, yazmacı, nalbant, tenekeci canlandırmasından öteye geçmediği gibi, ortalık; yayık, körük, dibek, değirmen taşı, yaba, kazma, kürek, kağnı, kıtık minder, halı yastık, sandık-sepet, yün çorap, bindallı, ibrik, peşkir, tahta kaşık, takunya, mest-cızlaved gibi etnoğrafik öğelerle donatılırken, sağa sola çoluğu çocuğu korkutan kaytan bıyıklı çatık kaşlı mankenler yerleştirilmektedir.  Bunlar her yerde bulunabilen tipik materyaller olup, otantizm konseptinin dozajı ayarlanarak sergilenmeleri gerekir.

Yetkililer, müze teşhirine yön verecek, şehrin yakın tarihine derinlemesine vakıf kişilerden akıl almayıp, kaynak kişilere danışmadan seri üretim mantığında çalışan mimarlık-müzecilik firmalarına bu işleri ihale ederse onlar, bildiklerini okur; ellerindeki şablon uygulamalarla iş yaparlar. Nihayetinde; şehir müzesi dedikleri, başına buyruk aktörlerin gelişigüzel işlerini sergiledikleri ruhsuz bir mecra olmaktan öteye gitmez.

Şehrin tarihi mekânlarının bu müzelere tahsis edilmesi yaygın olduğu gibi, sadece bu maksatla  inşa edilen modern tasarımlı asrî binalarda da şehir müzeleri kurulabilir. Tescilli binaların fiziki şartları teşhirin selâmeti açısından yeterli olmadığı durumlarda bu binalarda tadilat yapıp esas mimariyi bozmak yerine yeni mekânlarda teşhirin hacmine göre özel tasarımlar yapılabilir.

Yerine göre eski bir hâl kompleksi, ikonik bir itfaiye binası, görkemli bir kadı konağı, erken dönem sıbyan mektebi, âtıl bir tütün deposu veya bir bedesten; vizyon sahibi yerel yöneticiler veya yaşadığı topraklara borcu olduğunun bilincindeki koleksiyonerlerin girişimiyle müzeye dönüştürülürken hem binaya fonksiyon kazandırılmış, hem de şehrin eski günleri yaşatılarak hayırlı bir işe imza atılmış olur.

Müze denildiğinde yakın zamana kadar; kırık desti, kap-kacak, balta-nacak, kafasız mermer heykel ile lâhit, kazan, çömçe, küp, kürek teşhiriyle öne çıkan arkeoloji müzeleri akla gelirdi. Bu mekânlarda kralların, padişahların, muzaffer kumandanların hikâyeleri anlatılırken, şehrin sıradan insanlarının sıradışı hikâyeleri olduğu halde bunlar pek kimseyi enterese etmez, günlük hayata dâir unsurlar, fotoğraflar, anılar, hatta şehre yapılan hizmetler karşılık bulmazdı.

Kendini korumaya alıp bellek oluşturmaya çalışan beldelerin memleketimizdeki öncüsü Erzincan’ın Kemaliye ( Eğin) ilçesi oldu. 1999 senesinde Valilik, Belediye ve ÇEKÜL vakfı gönüllüleri öncülüğünde başlatılan girişimi Kastamonu’nun takip etmesiyle 2002 yılında Kastamonu Kent Tarihi Müzesi kurudu.

İzmir’de bulunan eski itfaiye binasının kent arşivi ve müzeye dönüştürülmesi de Türkiye’de ilklerdendir. Kente hizmet sunma açısından yeni bir anlayışın da temsilcisi olan bu projenin hayata geçirilmesinde merhum Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın emeği ve katkısı büyüktür. Kurum APİKAM (Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi) adı altında hizmet vermeye devam etmektedir. 

Geçmiş yaşamları günümüze taşımada öncü illerimizin başında olan Bursa’yı da unutmamak gerekir. Hikâyesi anlatmakla bitmeyen, bir dönemin pâyitahtı olan Bursa’da, eski Adliye binasının Büyükşehir Belediyesine tahsis edilmesinin akabinde 2004 yılında Bursa Kent Müzesi açılmıştır. Müze koleksiyonuna en büyük katkıyı sanayici ve koleksiyoncu Ahmet Erdönmez yapmıştır. “Geçmişi anlamak geleceğimizi de şekillendirir” diyerek aşkla şevkle kendini bu işlere adayan Erdönmez, Bursa Müzeler Derneği Başkanı ve Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı’nın kurucu ve yöneticisidir. Ayrıca Türkiye’nin birçok ilinde kurulması planlanan kent müzelerine danışmanlık yapmaktadır.

Anadolu’nun gözbebeği Tokat ilimizin şehir müzesi küratörü Hasan Erdem de bu hususta ülke çapında örnek teşkil eder. Tokat’ın türbedârı, müzenin hamisi, bağışçısı, rehberi, danışmanı; hasılı; velî nimeti olan Erdem, sadece Tokat şehir müzesi değil, Anadolu’muzun her köşesindeki şehir/kent müzelerinin kurulmasında ilham kaynağı ve yol göstericisidir.

Şehirlerde büyük ilgi görmesinin ardından ilçe, belde ve köylerde de ziyaretçilere kapılarını açan bu müzelerin yaşatılması ve sürdürülebilirliğinin güvence altına alınması, asıl önemli olan husus olup ata mirasımızı geleceğe aktarıp, âsâr-ı âtika’yı muhafaza etmek boynumuzun borcudur.

Kader her hâlükârda hükmünü icra eder. Esas olan bu zaman zarfında bizim ne yaptığımızdır.