Kürt yurttaşların yaşadığı illerde tüm baskılara rağmen AK partiye geri dönen cüzi oylara rağmen HDP 1. Parti. Aslen batıda da fazla bir oy kaybı görünmemekte. Lakin AK Parti girdabına giren başta MHP tabanı olmak üzere Saadet, Büyük Birlik, Hüda Par benzeri sağcı dinci tabana oynayan irili ufaklı partilerin yığınları AP partisi etrafında %50 lik bir blok oluşturduğu görünmekte. %40 lardan 5 ay içerisinde %50 lere sıçramayı bu gerçekliği görmeden yorumlamak yanıltıcı olur.
Bu sağcı dinci kenetlenmeden ötürü HDP’nin Amed dâhil neredeyse bütün Kürt illerinde -Antep ve Urfa gibi bazılarında ciddi boyutlarda- oy kaybetmiş durumdadır. Devletin 7 Haziran sonrası izlediği kirli savaş politikası ve yöntemlerinin, baskı ve seçim hilelerinin bu gerilemedeki belirleyici payının üstünden elbette atlanamaz. Ama İstanbul’da bile kendini gösteren gerilemeyi salt AKP’nin tehdit ve şantajlarına, devletin baskı ve terörüne bağlamak yeterli ve doğru bir açıklama olmaz.
Ortaya çıkan bu tablo “sürpriz” olarak görülmemeli aslında. Sadece Türkiye’nin bugünkü sosyolojik-siyasal gerçekliği bu kez farklı bir biçimde çıktı karşımızda. Toplumda hala etkin ve yığınsal bir tabana sahip sağcı, dinci ve şoven birikim, AKP ile MHP, Hüda-Par, SP-BBP gibileri arasında bölünmek yerine bu kez AK Partisinin arkasında toplandı. 1 Kasım’ın 7 Haziran’dan farkı da asıl olarak bu kaymadan kaynaklandı.
Bu kaymaya neden olan ana etken elbette AK Parti ile Asker arasındaki ittifakta somutlanan yeni egemen sınıf bloğunun 7 Haziran seçiminin de öncesinden başlayarak içte ve dışta izlemeye yöneldiği milliyetçi savaş politikaları oldu. İzlenen bu politikalar, toplumun siyasal tercih bakımından kararsız, sallantılı kesimlerini ürkütüp panikletirken, daha belirgin bir sonuç olarak mevcut toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirip keskinleştirdi. Asıl görülmesi gereken olgu da bu olmalı zaten.
7 Haziran’ın sonuçlarını okurken çoğumuz sadece HDP’nin başarısıyla “AKP’deki gerilemeyi” gördük. Fakat bunların her ikisinde de “geçici” olan yönlerin yanında esasa/temele ilişkin kimi gerçekleri gözden kaçırdık. Örneğin AK Partisinin oy oranının yüzde 51′lerden yüzde 41 civarına inmesini görürken, MHP’nin oy oranındaki yükselişin yanında Hüda Par ve Saadet Partisi- Büyük Birlik Partisi ittifakı gibi AK Partisi ile aynı hamurdan yoğrulmuş İslamcı şoven güçlerin toplamda hala ne kadar büyük bir “gücü” peşlerinden sürüklediklerini gözden kaçırdık. Toplumsal kutuplaşmanın gün geçtikçe keskinleştiği bir iç savaş sürecinde bunun içerdiği tehlikeler ve doğurabileceği sonuçlar üzerinde yeterince durmadık.
Ülkemizin ilerici-sol güçleri olarak bu noktada, faşizmin ve gericiliğin %50 lik blok etrafında toplanarak %60-65 bandına doğru ilerleyeceğini görmezden gelemeyiz. 1 Kasım işte bu “göremediğimizi”, zaman zaman lafını etsek bile bütün yönleri ve olası sonuçlarını yeterince hesaba katmadığımız gerçekleri hatırlatmıştır umarım. Bugün kimi çevrelerin yaşadıkları şaşkınlığın büyüklüğü biraz da bu yüzden zaten.
Bir bütün olarak ülkemiz ilerici muhalif güçlerini zor günler bekliyor. Tayyip Erdoğan’ın dilinde ve davranışlarında, AK Partisinin izlediği politikalar ve pratiğinde cisimleşen neoliberal saldırganlığın her alanda ve her konuda vites büyüterek üzerimize geleceğini görmek için kâhin olmak gerekmiyor.
Seçimlerden sonra “seçim zaferini” hayırlamak ve “şükür” namazı kılmak için Eyüp Sultan camisini tercih etmekten tutunda il binaları önünde toplanan AK Partili yığınların attıkları zafer sloganına kadar (“Ya Allah bismillah, Allahü ekber!..”) her hareketleri bir cihat ilanıdır. Bunu görmeli, kendimizi ve kitleleri buna hazırlamalıyız. Onun için ağlayıp sızlamanın, dövünmenin, karşılıklı suçlamaların ya da ortadaki gerçeklere mazeret arayışına çıkmanın ne yeri ne sırasıdır.
1 Kasım seçim sonucu, kendisini sol’da gören bütün güçler ve kesimlere, aklımızı bir an önce başımıza toplayarak HDP etrafında birleşik bir mücadele hattı örmenin önem ve acili yetini hepimize dayatmış durumda. Bu sağcı, dinci, şoven blok’u çözülmeye uğratmanın yolu inadına birleşik mücadeleyi savunmaktan geçiyor.