Sayın Başbakan; geçirdiğiniz ameliyata rağmen son 15 gündür gösterdiğiniz hareketlilik olağanüstü. Dünyanın öteki ucuna gidip geldiniz, en ufak bir yorgunluk belirtisi bile yok.
Umuyor ve diliyorum ki, sağlığınız eskisinden daha iyi olacak.
Salı günü partinizin grup toplantısında yine çok formdaydınız. Siyasi rakiplerinizi hem belagat gücünüz, hem espri yeteneğiniz hem de herkesin anlayacağı üsluptaki konuşmanızla gerçekten çok zorda bırakıyorsunuz.
Ancak sayın Başbakan; günlük siyasi çekişmelerdeki üslubunuzu tarih konusuna kaydırdığınızda, söyledikleriniz AKP grubunu ve kendi tabanınızı çok mutlu edebilir, buna karşın toplumsal barış ve anlayışa dinamit koymakla eşdeğer olduğunu da söylemeliyim.
Örneğin çok anlaşılır ve esprili bir dille tek parti döneminde CHP’nin Alman diktatör Hitler’le çok iyi anlaştığını söylediniz. Bunun için kararnameleri ve gazete manşetlerini gösterdiniz.
Her şey yaşandığı dönemle ilgili yorumlanmalıdır. O tarihlerde kıta Avrupası’nda yükselen değer faşizmdi. Hitler’in, Franko’nun, Salazar’ın ve Mussolini’nin faşizmi, kapitalist dünyada büyümeye çalışan Rusya komünizmine karşı en etkili ilaç olarak görülüyordu.
Amerika’da bile Hitler ve faşizm hayranlığı vardı.
Faşizmin ne beter bir şey olduğu İkinci Dünya Savaşı’ndan, 60 milyon insanın ölümünden ve uygulanan soykırımdan sonra anlaşıldı. Faşizm o tarihten sonra “insanlık suçu” olarak anılmaya başlandı ve yasaklandı.
Sayın Başbakan, benzer bir söylem, sizin Kaddafi ve Esad’la ilişkileriniz konusunda dile getirilirse verecek cevap bulabilir misiniz?
Kaddafi’den “Barış ve insanlık ödülü” alan sizsiniz. Esad’la “Kardeşim” diye kucaklaşan, ailece görüşen, birlikte tatil yapan, maça giden de sizsiniz.
Peki bugün ne oldu? Birinin devrilmesinde önemli rol aldınız, diğerini de devirmek için elinizden geleni yapıyorsunuz.
Sayın Başbakan; gelelim ikinci konuya. 4+4+4 sistemini geçirmek ve okullarda Kuran dersi verdirtmek için çok çaba harcadınız. Bu tutumunuz çağdaşlığa, laik demokratik bir hukuk devletinin temel ilkelerine, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırı olsa da, bu sizin inancınızın da ötesinde, siyasi ideolojiniz.
Şu anda Başbakansınız ve güçlüsünüz, dilediğinizi yapabiliyorsunuz.
Ancak bunu yerine getirmek için verdiğiniz örneklerin toplumda açacağı yaraları görmüyor musunuz?
Örneğin sayın Başbakan, ısrarla ve vurgulayarak Cumhuriyet döneminin dinimizi yasaklatmaya çalıştığını, dindarlara büyük baskılar yaptığını, eziyet çektirdiğini anlatıyorsunuz. Bunu da “Babam anlatmıştı” kanıtına dayandırıyorsunuz.
Söylediğinize göre evinizdeki Kuran’ı Kerim’e jandarma gelip el koyuyormuş. Herkes Kuran’ı Kerim’ini yer altına, mağaralara saklıyormuş.
Peki Sayın Başbakan, sizin babanızın yaşadığı köyde hiç kimse ölmüyor muydu? Ölenlerin cenazesi nasıl kaldırılıyordu? Köyünüzde imam yok muydu? Cuma namazı, bayram namazı bile kılınamıyor muydu?
Camiye ilk kez 1960 yılında, henüz 4 yaşındayken Erzincan’da babamla birlikte gittim. O günden bu yana dinimi çok iyi öğrendiğimi söyleyebilirim.
Sizin anlattığınız şeylerin hiçbirini de bu yaşıma kadar duymadım, anlatana da rastgelmedim. Nedense sadece bu ideolojiye sahip olanlar söylüyor bunu.
Sayın Başbakan, dine bağlı olmak başka, dini siyasete alet etmek ve halkın vicdani duygularını övüyormuş gibi yapıp aslında zedelemek farklıdır.
Geçmişi eleştirirken sarf ettiğiniz sözlerin yakın bir gelecekte toplumda çok ciddi kavga ve ayrımlara neden olacağını sizin de fark edeceğinizi düşünüyorum
Saygılarımla...
Mustafa Balbay’ın anne babasını ziyaret ettik
Pazar günü Nazilli Belediyesi’nin düzenlediğe 3. Sanat Kültür Edebiyat Festivaline katıldım. Ümit Zileli ile birlikte “Türkiye nereye gidiyor?” sorusuna cevap aramaya çalıştık. Yüzlerce katılımcı ile sohbet etme şansı bulduk.
Nazilli’ye gelince Mustafa Balbay’ın anne babasını ziyaret etmemek olmazdı elbette.
Ümit Zileli ile birlikte Fevzi-Melek Balbay ailesinin evine gittik.
Son derece mütevazı bir evde aynı tevazu içinde yaşayan Balbaylar üzüntü ve umudu birlikte yaşıyorlar.
Fevzi Mutlu “Oğluma kavuşacağımıza, bu kötü günleri yakında geride bırakacağımıza inanıyorum” dedi.
Anne Melek Balbay’ın “Mustafam’ın arkadaşları böyle ziyarete gelince onu görmüş gibi oluyorum” sözleri Ümit Zileli ile birlikte gözlerimizin dolmasına neden oldu.
Baba Balbay, uzak olduğu için sık sık İstanbul’a gelemediklerini, ayda bir geldiklerini söyledi. Hapishane yerine duruşma salonunu tercih ediyormuş Balbaylar, çünkü orada hem daha uzun süre görüyorlarmış, hem de daha fazla konuşabiliyorlarmış.
Fevzi Bey “Normal görüşmede torun hepimizin önüne geçiyor, bize sıra kalmıyor” diye espri yaparken hepimizi güldürdü.
Darbe olsun diye yalvaranlar vardı
12 Eylül darbesi yapıldığında henüz 4 yıllık gazeteciydim. Dönemin en solcu gazetesi Vatan’ın “soldaki fraksiyon savaşlarına” dayanamayıp kapanmasından sonra, yine dönemin en çok satan gazetesi Günaydın’a geçeli 2 yıl oluyordu.
Belki o dönemde “canımı kurtaran” büyük bir şanstı bu benim için.
Günaydın’da, 11 Eylül günü hazırlanan 12 Eylül gazetesinde, tek sütun bir haber vardı; “Dünkü çatışmalarda 32 kişi öldü” başlığını taşıyordu.
32 kişi ölmüştü ve bu ölümler o kadar sıradan hale gelmişti ki, ancak tek sütunluk yer bulabiliyordu kendine.
O tarihte halkın beklentisi “ihtilal” yapılmasıydı. Bunun için yalvaranlar vardı. Çünkü çocukları ölüyordu, nerede ne zaman patlayacağı bilinmeyen bombalar, bubi tuzakları, kahvelere atılan bombalar, makineli tüfekle taramalar herkesin ruh sağlığını bozmuştu.
“Yalvaranlar” sadece sıradan vatandaşlar değildi; kimi siyasetçiler, gazeteci ve yazarlar da bu koronun içindeydi.
Şimdi 32 yıl geçti aradan. Onların çoğu hâlâ yaşıyor. Bunu da unutmamak gerek.
DP’de hareketlilik
Hüsamettin Cindoruk’un başkanlığı bırakmasından sonra ciddi sıkıntılar yaşayan ve adeta içine kapanan Demokrat Parti’yi yeniden ayağa kaldırmak için bir “taban hareketi” başladığını öğrendim.
“Üzerimizdeki ölü toprağını atacağız” diyerek yola çıkan bir grup DP’li delege cumartesi günü İstanbul Ramada Otel’de geniş katılımlı bir toplantı yapacak.
Toplantıyı düzenleyenler 40’ın üzerinde İl Başkanı’nın ve çok sayıda delegenin toplantıya katılacağını belirterek “Menderes, Demirel, Özal gibi bir kurtarıcı beklemeden, merkez sağa sahip çıkarak bir çıkış arayışında bulunacağız” diyorlar.
DP’liler “yeniden diriliş” hareketine özellikle genç kadrolardan başladıklarını ve Anadolu’nun pek çok yerinde heyecanlı bir destek bulduklarını da söylediler.