¤ 34 yıl önceki hukuksuzluklar, zulümler, kıyımlar bugün Müslüman görüntülü AKP yöneticileri tarafından uluslararası alana yaygınlaştırılarak, içte ve dışta oluşturulan tertiplerle sürdürülüyor. Diyemiyorlar ki Amerika istedi, Suriye’yi parçalayacağız... Suriye Müslümanlarını katledeceğiz... Sünnî'leri Alevi’lerle-Şii’lerle, Alevi’leri-Şii’leri Sünnî’lerle çarpıştıracağız, diyemiyorlar!
Diyemiyorlar ki, Amerika istedi, biz Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kahraman mensuplarını, vatanseverleri terörist diye suçluyoruz. Diyemiyorlar ki biz kendi siyasi varlığımıza sebep olanların, bizi iktidara getiren dış unsurların, emperyalistlerin isteklerini yerine getirmek için Müslüman kanı akıtılmasına dahi destek olmak için elimizden geleni yapma mecburiyetindeyiz!
Libya’da sergilenenler, Suriye aleyhinde sürdürülen çirkin politikalar, Irak’ta 2 milyon Müslüman’ın katledilmesi, Müslümanları katleden amerikan askerlerinin dua ile anılması bu ifadelerimi onaylamaktadır!
¤ Benim halim size ders olsun. Şu an kendinizi fazla emin hissetmeyin. Materyalist sistem içerisinde, sizi rahatsız ettiğine inandığınız, değerleri, ağabeyleri, büyükleri, babaları, anaları, tutkalları, bağlayıcıları, insan yücelten unsurları, uyarıcı melekleri, ilahî gerçekleri, siyaset uğruna, yozlaşmış kişilere, kurumlara bağlılığınızı kanıtlamak için, kendinize rahatlatıcı oyalayıcılar, yapay ağlama duvarları bularak dışlayabilirsiniz. Bunlardan kopuşların sizin kişiliğinize taktığı, püsküller, ponçaklar, süs çiçekleri sizi bir müddet için rahatlatabilir. Yavaş yavaş ölüşünüzü, tükenişinizi çeşitli kisvelerle, maskelerle gizleyebilirsiniz. Ama kalpleriyle sizi görenler, sendelediğinize, tökezlediğinize bakarak sizin hangi felaket çizgisinde, hangi raydan, nasıl çıktığınızı mutlaka resimleyeceklerdir. Bu resim parçalanmış bir ruh portresidir. Sorunlarla donatılmış ailedir... Düşman tehditleriyle karşı karşıya bırakılan vatandır. Yok edilmeye çalışılan milletin bütünlüğüdür. Uyanın artık. Bilgisayarlar karşısında vatan savunulmaz. İsterseniz 40 üniversiteden mezun olun, isterseniz bir camide imamlık yapın, çok şey bildiğinizi iddia edin... üzerinizde taşıdığınız unvanlar, elbiseler, gösterişler, hava atmalar, sahip olduğunuz dünyevî araçlar, evler, mallar, mülkler sizi ALLAH’a yakınlaştırmaya asla yetmeyecektir!
Yassıada Deniz Yedek Subay Okulu’nda 15 Kasım 1976 tarihinde başlayan eğitim süresinden sonra 28 Şubat 1977 tarihinde pekiyi derece ile mezun oldum. Deniz Asteğmen olarak 02 Mart 1977 tarihinde Beşiktaş Deniz Müzesinde göreve başladım. 31 Ocak 1978 tarihinde de askerlik görevimi tamamlayarak terhis oldum. İstanbul’da bir çok fabrikaya iş başvurusunda bulundum. Bu arada İstanbul’da Karayolları’na ait bir sınava girerek kazandım. (Daha sonra bu sınav kazandı belgesiyle Ankara’da Bağkur Ankara Bölge Müdürlüğünde eksper – iç mimar olarak işe girdim.) Ayrıca bir fabrikanın Niğde, Kayseri, Konya bölgesi başbayiliğini yapma istediğim kabul gördü.
Bu arada iftiraya uğradım.
¤ Daha önce ne demiştim : Gurbete para, çıkar, mal – mülk için çıkmadım. Dua ile başlayan hicret beni dilediğim bir noktaya oturttu.
09.08.1978 tarihinde Niğde’nin Bor ilçesinde tertiplerle, iftiralarla karşılaştım. Babamım ruhsatlı tabancasıyla, okul projelerime ait resimlerle, deniz yedek subay elbiselerimle, arama izni olmadan, arandığı da belirtilmeden babama ait attariye ve ruhsatlı satışı yapılan av malzemeleri dükkanından alınan malzemelerle suçlandım. Gece yarısı yapılan aramalarda evlilik yüzüğüme kadar anneme, babama ve bana ait kıymetli eşyalarımız ve Zorki marka fotograf makinem gasbedildi.
Aramaya katılan polislerin çokluğu yapmak istedikleri tertibin büyüklüğünü gösteriyordu. Arama zaptında aramaya katılan 50 – 60 kadar polisin hepsinin isimlerinin yer almaması sadece 10’unun yer alması da bu hukuksuz aramayı, vicdanlı bazı polislerin hukuksuz görerek imza atmamasından kaynaklanıyordu. Bu sebeple bir çok kez yırtılan bu tutanakların bu vicdanlı polisler tarafından gizlice alındığını ve tertibi yansıtan eklemeler ve çıkartmaların bir bir tespit edilerek bu polisler tarafından tutanaklaştırıldığını, birer nüshalarının kendilerinde muhafaza edildiğini diğerlerinin de savcılığa verdiklerini fakat işleme konulmadığını da öğrendim.
Mahkeme safhasında onların bu zihniyet birliğiyle akşamüzeri, gece yarısında, sabaha kadar arama yapmalarını, daha sonra aramaya Jandarmanın da katılmasına rağmen bunun arama zabtında belirtilmemesini, arama izni olmayan babama ait dükkandan alınan malzemeleri ve hukuksuz aramaları sorgulayacak ben bir hukuk makamı, adalet öncüsü, devlet otoritesi göremedim. Size soruyorum : Gasbettikleri eşyaları, kimin nereye girdiğinin, nereyi aradığının belli olmadığını tespit ettirtmeyen, bunu tutanaklaştırtmayan, bunu sorgulamayan ve vahim – iğrenç olaylara tek yönlü bakan bir adalet mekanizması aziz Türk Milleti’ne adalet dağıtabilir mi?
Daha eve girer girmez, Muhsin BURSA’nın «seni tanıyorum, sen Mümtaz Baykal’ın adamısın, sana çektireceğim... o beni buraya sürdü» diyerek ellerimi kelepçelemesi zulmün görünen ilk halkasıydı (Karar, Sayfa 34, İstanbul,1989). Bunu göremeyenler zulmü asla çözemezler, haksızlığı göremezler!
«Muhtar Sezai IRMAK’ın iki imzasını taşıyan, 26.05.1987 tarihli tutanaktaki şu ifadesi hukuksuzluğun boyutlarını göstermektedir :
Arama esnasında normal Fikri ÇAYCI’ya ait eşyaların haricinde suç unsuru diye hiçbir şeyin bulunduğunu görmedim. Aramanın birinci bölümünde vardım. Ev üç kez arandı. 24 saat sürdü. Diğer iki bölümde ne ev sahibi olarak hiçbir kimse vardı, ne de ben vardım. Zaten ilk bölümde ev sahibi olarak annesi ve babası da yoktu.»
Eve arama için gelen polislerden Muhsin BURSA’nın elinde bir paketle bizim eve girdiğini bizzat Bor ilçemizde uzun yıllar insanlarımıza hizmet eden rahmetli dişçi Münir Güler’in oğlu, Fevzi Güler görmüş ve bana bizzat bunu ifade etmişti. Fakat bu konuda şahitlik yapması isteğimi de reddetmişti. (Karar, Sayfa 34, İstanbul 1989)
Beni Niğde’ye götürdükleri zaman Merkez Karakolu’nun nezarethanesine attılar. Burası bir hayvanın dahi giremeyeceği şekle dönüştürülmüştü. Giriş kapısı üzerinde küçük bir açıklık, buradan ve kapı kenarlarından giren az bir ışıkla içerisi aydınlanıyor. İç kısmı insan pislikleriyle sıvanmış... Yukarıdan tuvalet çıkışı olan kanalizasyon borusunda oluşturulan bir delikten her tuvalete giriş - çıkış sonrası insan pislikleri, idrar sızıntıları duvarlardan aşağıya iniyordu. Böylece işkencenin ilk bölümünde insan pisliği ile kurulan bir mekanda ağır kokularla, sağlık hakkınız, insan kimliğiniz, vatandaşlık hukukunuz, Türk Milleti’nin bir ferdi oluşunuz ayaklar altına alınıyordu. Niğde Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Hamit Erdal, Niğde Cumhuriyet Başsavcılığı, Türk Adalet Müesseseleri, Niğde Valisi Berki Koçoğlu Niğde Merkez Karakolundaki bu zulüm mekanı nezarethaneyi, yukarıdan bağırsaklarını her temizleme safhasında aşağıya da indirme görevinde olan kişinin kimliğini, görevini hiç merak edip incelediler mi?
Ben o sırada orada bulunan nöbetçi Polis Memuruna sordum : «Yukarıda kim oturuyor?» Aldığım cevap o zamanki kurulan düzeni doğrular biçimde idi : Sebeplere takılanlar 2. bölümde size bahsettiğim, bana tertip yapılmadan aylar önce Niğde Emniyetinde kaybolan 419044 numaralı demirbaşa kayıtlı bir tabanca ile görevlileri endişeye düşüren ve il makamına yanıltıcı bilgi verip, görevini süistimal eden Emniyet Müdür Vekili Yaşar Oğuz...
Ben orada da kapı arkası dahil insan pisliğiyle sıvanmış bu yerde, ellerimi vücuduma sürerek teyemmümle abdest aldım ve secde ve rükuları sağ elim sol elimin üzerinde alnımı koyarak namazlarımı kıldım ve Cenab-ı ALLAH’a (C.C.) dua ettim : Ya Rab bu zihniyetin, bu zihniyet gibi olanların, gizliliklerini, kötülüklerini, çirkinliklerini açığa çıkart, saf, temiz insanlar üzerindeki kötü emellerini boz, yüce adaletini bunlar üzerinde tecelli ettir ve bunları helâk et, diye dua ettim.
Bu arada kendisine devlet malı 419044 numara ile demirbaşa kayıtlı tabanca verilip Adana’ya eyleme gönderilen Selçuk Özer Çetin’i de benim bulunduğum hücreye attılar. Bu gencin gönderilmesi de polislerin bir başka tertibiydi. Genç kuyruk sokumu üzerinde bulunan bir sustalıyı bana göstererek, «bak! bana dediler git kavga çıkart oradaki adamı bıçakla... Sonra biz seni kurtarırız.» dedi. Gence kim dedi diye sormadan, ben ona nasihatte bulundum. «Kötülükten, şiddetten hayır gelmez... Ben veya bir başkası nefsi müdafaa yaparak seni de öldürebilirler. Önemli olan öldürmek değil, yaşatmaktır. Gençsin, istikbaline sahip çık, annene babana saygı göster, bir meslek sahibi ol, iyi bir bayanla evlen, çoluk çocuk sahibi ol... böyle yerlere düşme...» dedim
Bana? sustalıyı yerine koyduktan sonra : «Abi sen iyi birine benziyorsun... Helal olsun sana... Okkalı konuştun... Bana bu güne kadar senin gibi nasihat eden biri olmadı» dedi.
Benim daha önce polislerin bu gence verdiği tabanca konusundan o an hiç haberim yoktu. Bir saat sonra bu genç oradan çıkarıldı.
Bana reva görülen bütün oyunların, tertiplerin, iftiraların temelinde de kaybolan tabanca konusunu örtbas etmek, Niğde Emniyetini çok iyi çalışıyor şeklinde gösterme gayretleri vardı. Ama sonuçta hevesleri kursaklarında kaldı. Cenab-ı ALLAH (C.C.) sebepler yaratarak, bu zihniyetin gizliliklerini, kötülüklerini, çirkinliklerini açığa çıkarttı ve onları darmadağın etti!
Onlar ben bu hücrede iken, evde, evden aldıkları anahtarlarla babama ait arama izni olmayan dükkanda sabaha kadar aramayı sürdürmüşler. O gün akşam Mersin’den trenle gelen annemi babamı da evlerine sokmamışlardı.
Muhtar Sezai IRMAK’ın iki imzasını taşıyan, 26.05.1987 tarihli tutanağa tekrar bakın :
¤ 1) 09.08.1978 tarihinde Bor Köprübaşı Mahallesi’nde yapılan aramada Üzeyir Lokman ÇAYCI’yı suçlandırmak için «Arama ve Tesbit varakasına benim ismim altına benim adıma sahte imza atılmıştır. Bu imza bana ait değildir.
¤ 2) Hatta gübre babasına ait av malzemelerini alt alta yazdıklarını görünce kanunsuzluğu işaret ederek imza atmayacağımı söyledim.
¤ 3) Benim muhtarlık bölgem içinde olmamasına rağmen Fikri ÇAYCI’ya ait arama izni olmayan dükkan da arandı. Oradan alınan av malzemeleri, çakmak kavı gibi eşyalar oğlu üzerinde gösterildi. Bu aramaya kanunsuz olarak beni de dahil ettiler.
¤ 4) Arama esnasında normal Fikri ÇAYCI’ya ait eşyaların haricinde suç unsuru diye hiçbir şeyin bulunduğunu görmedim. Aramanın birinci bölümünde vardım. Ev üç kez arandı. 24 saat sürdü. Diğer iki bölümde ne ev sahibi olarak hiçbir kimse vardı, ne de ben vardım. Zaten ilk bölümde ev sahibi olarak annesi ve babası da yoktu.
¤ 5) Arama ve tesbit varakası evde hazırlanmadı. Kimin nereye girdiği neyi aradığı da belli değildi. Zarar ve ziyan tutanağı da tanzim edilmedi. Fotograf makinesini polislerin götürdüğünü gördüm. Sonradan bu makine teslim edilmemiş. Annesi ve babası kendi evlerine hiç sokulmadı.
İş bu tutanak tarafımdan adaletimize yardımcı olmak, gerçeği ifade etmek bakımından yanlışlığın haksızlığın giderilmesi için tarafımdan ifade edilerek altı imzalanmıştır. 26.05.1987
Sezai IRMAK
Atlas Yorgan Evi
Çay Karakaya Mahallesi E. Muhtarı
Gece yarısı 4 polis beni Niğde Valiliği altında bulunan işkence odasına götürdüler. Önlerinde yüzlerce isim bulunan bir liste ve yanıbaşında daha önceden daktilo makinesi ile yazılmış evraklar vardı. Bana bunlara imza et, dediler. Ben birçoğunu tanımadığım yüzlerce isim altına imza atamayacağımı söyledim. Daha sonra önüme silah kaçakçılığı yaptığımı iddia ettikleri bir başka sayfaya da imza atmamı istediler. Bunu da reddettim. Ben onurlu bir insanım, benim bankadaki param dahi iki yüz – üç yüz lirayı geçmez. Silah kaçakçılığı yapmak ağır suç... Ben hayatımda yalan da söylemedim, kanunsuz bir iş de yapmadım. Devletimize, milletimize hizmet etmek için tahsil yaptım. Bu benim banka hesabımdan da beni tanıyanlardan da sorulup öğrenilebilir, dedim. Ve imza atmayacağımı ifade ettim.
Bana imzalamadığım takdirde işkence yapacaklarını söylediler. Ben kendi nefsimi kurtarmak için masum, günahsız, suçsuz insanların isimleri altına imza atacak kadar, onlara iftira edecek kadar onursuz bir insan değilim, dedim. Masa üzerinde açık bir telsiz vardı. Sonradan öğrendiğime göre, buradaki konuşmaları, iniltilerimi valiye ve yanındakilere de telsiz aracılığıyla dinletmişler.
Bana «bak, eğer imza atarsan seni serbest bırakacağız. Bize yardımcı ol... Zorluk çıkarma...» dediler. Onlara «benden değil, ALLAH’tan yardım isteyin» deyince Muhsin Bursa «Burada ALLAH yok... » dedi. Ben de «ALLAH (C.C.) her yerde vardır... » dedim.
Ani bir hareketle, Zülkifli AKBABA, Cemal ÖZDEMİR, Orhan YILMAZ ve Muhsin BURSA, dördü birden üzerime çullanarak sert darbelerle beni yere düşürdüler. Ağır ağrılar hissettiğim bu sırada iki ayağımı iki polis sürüyerek normal sandalye arkasından soktular. Sandalyenin keskin kısmını kaval kemiklerimin üzerine bastırarak tarifsiz acı hissettirdiler. Muhsin BURSA elindeki demir çubukla ayak tabanlarıma ve topuklarıma, sonra da kalçama bütün gücüyle vurmaya başladı. Çok şiddetli acılarla halsizleştiğim bu sırada yaralanan ayak tabanlarımda, çoraplarımdan sızan kanlardan sonra beni aynı sandalyeye oturtarak : Dört polis birden, bak ölebilirsin, gel şunları imzala, dediler. Ben o anki halime rağmen de onlara «hiç ısrar etmeyin asla imzalamayacağım» dedim. Tam o sırada Muhsin BURSA bir nara atarak sağ üst kaşıma doğru elindeki çubuğu geriden öne doğru kavis yaparak kuvvetlice vurduğu anda ben bayılmışım. Ne kadar süre geçti bilemiyorum. Ayıldığım zaman içerde tek bir polis memuru vardı. Muhsin BURSA orada değildi. O polis memurunun çoraplarıma ne döktülerse bununla benim burnuma dokunduğunu gördüm. Bu anda hiç ısrar etmeden bana başka basit bir tutanak imza ettirerek beni önce alt katta bulunan bir lavaboda işkenceci polisle beraber iki polis yüzümü yıkattılar. Lavaboya kurumuş kan lekelerinin düştüğünü gördüm. Sağ üst kaşımdan itibaren başımda, ayaklarımda ve vücudumun bir çok yerinde çok şiddetli ağrılar vardı! Üç polis memuru ve ben, beni tam yukarı çıkaracakları sırada Muhsin BURSA’nın sesini duyduk : «Komiserim, bu haliyle bu bizim başımıza bela olacak, Merkez’e götürürken bunu vuralım, kaçmak isterken vurduk diyelim, belki kendimizi kurtarabiliriz.» diye sanki kaçacak halim varmış gibi konuşuyordu. Beni götüren polisler daha fazla oradaki konuşmaları duymamam için beni süratle kollarımın arasına girerek yukarıya çıkarttılar.
İşkence sonucu “sorgulama yaparken fırsatını bulup kaçmak istemesi sırasında kapının kenarına sağ üst kaşını vurması sonucu hafif bir yara almasını sebep olmuştur” diyerek gerçek dışı rapor veren sağlık ocağı tabibi, ona bu konuda baskı yaparak bu raporun alınmasını organize eden emniyet görevlileri hakkında tek bir soruşturma açılmadı.
Bundan sonrasını hatırlamıyorum. Buradan baygın halde ambulansla götürülerek 6478 protokol numarasıyla Niğde Devlet Hastanesine yatırılmışım.
Niğde Devlet Hastanesi’ne yatırılmam konusunda Niğde Merkez Karakolu Başkomiseri Necdet Bey’in 3. Şube Müdürü Hanifi Bey’den yardım istediği, Hanifi Bey’in de acilen ambulans göndererek beni hastaneye kaldırttıklarını öğrendim. ALLAH (C.C.) onlardan razı olsun.
Gözlerimi açtığım zaman iki koluma serum takıldığını ve yanı başımda hemşire ve doktorlar olduğunu gördüm. Bir müddet sonra aşağılardan gelen, annemin, feryat ve ağıtlarıyla karışan seslerini duydum. Oradaki görevlilere zorla konuşarak «», dedim. Sesim çıkmıyordu. Sonra annem göründü. Adeta annemi görünce güneşi görür gibi oldum. Onun şefkati, onun sevgisi acılarımın önüne geçmiş, az da olsa derin bir nefes alabilmiştim. Sonra da babam kalbinin üzerinde ellerini tuta tuta oraya geldi. Onun bana yapılan zulümlerin, adaletsizliklerin işkencelerin etkisini az da olsa benim ruhumda gidermek için bana bakarken gözlerinde şekillendirdiği sevgiyle dolu ikram, yakınlık anlatılacak gibi değildi. Hayatî tehlike teşhisiyle, her beş dakikada vücut sıcaklığımın ve tansiyonumun ölçüldüğü bu sırada, orada tedavi görürken bile işkenceci polisler ve tertip komitesi beni rahatsız etmekten çekinmediler. Önce hastane personelini tehdit ederek tek kişilik bir odaya aldırdılar. Ayaklarımı zincirlemek, önce yüzükoyun yatırarak boğmak, sonra hastanenin penceresinden atarak intihar süsü vermek için tertiplere giriştiler. Ünal Güveniş isimli arama sırasında eve gelen ve bana «biz adamın cebine esrar koyar, içeri tıkarız» diyen bir emniyet görevlisinin ellerinde zincirlerle gelip ellerime ve ayaklarıma zincir vurmak istemesi sırasında annemin feryat ederek hastaneye ait büyük bir kavanozu parçalamasına, Sadık Demirhan isimli hastabakıcı da polislerin bu iğrenç baskılarına bizzat şahit olmuştu. Refakatçı olan annemin «oğlumu öldürecekler» feryadı hastanede uzun süre yankılandı. Bu sözlü olarak orada bulunan hastalar, bir mahkum, onu bekleyen iki jandarma, birçok hastabakıcı tarafından farkedildi ve tepkiyle polisler oradan uzaklaştırıldı.
Tedavim bitmeden beni Bor Sorgu hakimliğine götürdüler.
Sorgu hakimi İsmail Bakırcı daha sonra her görev yaptığı yerden bana bir çok mektup yazarak, bana telefon açarak sorgu anında işkenceci ve tertipçi polisler tarafından kendine yapılan baskılardan bahsetti. Babamı ve annemi ziyaret etti. Ablamla konuştu : «Bana polisler baskı yaptı. Bunun dosyasını, Niğde Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönder dediler. Senin mutlaka cezalandırılman için ısrarcıydılar… Niğde Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı polislerin bu baskı ve tehditleriyle senin dosyanı bir suçluymuşsun gibi Niğde’ye gönderdim. Sen suçsuzdun. Ben verdiğim karardan dolayı vicdan azabı duyuyorum ve uyuyamıyorum… Bazı gecelerimde seni unuttuğum halde, aklımdan çıkarttığımı düşündüğüm anlarda dahi sen masumiyetinle düşlerime girdin… Uykularım bana azap vermeye başladı…» dedi.
Ceza Hakimi İsmail Bakırcı’nın bana telefon haricinde gönderdiği mektuplardan bir kaçının tarihleri 20.11.1989 (Merzifon), 22.12.1989, 14.05.1990 (Merzifon), 30.07.1990 (Merzifon) idi.
Baskıyla dosyam Niğde Ağır Ceza Mahkemesine haval edilirken beni de Niğde Kapalı Cezaevine koydular. Orada gece sırtıma içi talaş dolu oldukça ağır bir yatak yükleyen gardiyanlar beni azılı katillerin bulunduğu bir koğuşa götürdüler. Ertesi sabah benimle ilgilenenlerden ALLAH (C.C.) razı olsun, beni müşahede bölümüne getirdiler. Babam bana bir dua yetiştirmişti. Bunu okumaya başladım ki tam 33. gün mahkemeye çıkarıldım ve orada verilen bir kararla hapishaneden çıkarıldım.
Niğde Kapalı Cezaevi, yakınında bulunan Niğde Çimento Fabrikasından uçuşarak gelen kimyasal tozların etkisi altındaydı. Mahkumların sağlıklarını tehdit eden bu konuyu bugüne kadar ben yetkililere gazeteler yoluyla veya bizzat birçok defa duyurmama rağmen etkili olamadım.
Kötülükler içerden ve dışarıdan planlanarak yapılıyor...
Bağımsız olmayan devletler, komşu ülkelere, kendi insanlarına ve gençliğine destek olma, onurlandırma, yardımcı olma yerine onları köreltmek, etkisizleştirmek, birbirleriyle çatıştırmak ve yok etmek için kendilerine verilen emperyalist buyrukları yerine getirmekten de çekinmiyorlar.
¤ Kini, düşmanlığı ve devlete olan güvensizliği süreklileştirmek için işkencelere, iftiralara, tertiplere, ihbarlara başvuruyorlar. Bunlar birer emperyalist projelerdir. Dün yapılanlar 12 Eylül darbesini haklı kılmak içindi. Bugün yapılanlar ise Müslümanların adil olmadıklarını, zulme öncülük yaptıklarını algılatmak ve İslam’a yönelenlerin önlerini kesmek, İslâm’ın yayılmasını önlemek, Müslümanları da İslâm’dan soğutmak amacını taşıyor.
(Devam edecek)