Menzil tarikatı şeyhinin vefatı, kalabalık cenaze töreni, resmi araçlı devlet erkanının törene akın etmesi, siyasetçilerin taziye mesajı yarışına girmesi…
Bütün bu görüntüler bitmek bilmeyen tarikatler tartışmasını alevlendirdi.
Ne var ki bütün tartışma dönüp dolaşıp ‘Tarikatlar kapatılsın‘ noktasında düğümleniyor.
Halbuki bana göre bu konunun daha da derinlemesine irdelenmesi gerekiyor.
Bir gençlik anısı
Menzil şeyhinin vefatı üzerine bir gençlik anım aklıma geldi.
Türkiye’deki farklı cemaatleri, tarikatları tanımak, ne yapmaya çalıştıklarını anlamak için 1991’de, 19 yaşında bir genç olarak Menzil tarikatının Adıyaman’daki dergahına gitmiştim.
Şehir dışından akın akın gelen insanların ağırlandığı dergaha girip yerleştikten sonra etrafı izlemeye başladım.
Beni rahatsız eden tuhaf görüntüler vardı.
Bunlardan en ilginci, tarikat şeyhinin namaz kılma anı dahil her anında onu yakından koruyan, insanların şeyhe fazla yaklaşmasına müsaade etmeyen -sağında ve solunda- iki sivil polisin olmasıydı.
Oradakilere buların kim olduğunu sorduğumda devletin tahsis ettiği iki resmi koruma görevlisi olduğunu söylemişlerdi.
O dönemde iktidarda yanılmıyorsam Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında Anavatan Partisi vardı.
Yani öyle muhafazakâr bir iktidar değildi.
Tam tersine ‘irticayla mücadele‘yi esas almış iktidarlardan biriydi.
Kamuoyuna yönelik bu tür yapılara izin verilmeyeceği, yok edileceği türünden sözler eden devlet, arka planda tarikatların korumalığını üstlenmişti.
Bu tabloyu görünce çok şaşırmıştım.
Dahası şahit olduğum bazı uygulamalara da bakarak, “Burada tuhaf şeyler oluyor, buranın dinle, dindarlıkla pek alakası yok” diyerek oradan ayrılmıştım.
Daha 19 yaşında olmama rağmen yozlaşmış bir din anlayışını anında fark etmiştim.
Ama dediğim gibi asıl şaşırtıcı olan, tarikatlarla mücadele ettiğini söyleyen iktidarların, hatta devletin arka planda bu tarikatları koruyup kollayan bir yaklaşım içinde olduğunu görmemdi.
Bir devlet politikası
Sonrasında bu durumun sadece Menzil tarikatıyla sınırlı olmadığını, Türkiye’deki birçok cemaatin ve tarikatın bir şekilde devlet tarafından korunup kollandığını gözlemledim.
Anladığım kadarıyla tarikatları, cemaatleri koruyup kollamak, kontrollü bir dindarlığı topluma yaymak 12 Eylül darbesinden sonra iktidarlardan bağımsız olarak adeta bir devlet politikası haline gelmişti.
12 Eylül darbesinden sonra mantar gibi yayılan Kuran kursları ve peşi sıra açılan imam hatipler esasında bu politikanın da göstergelerindendi.
Ama en önemlisi de devletin koruması altında tarikatların ve cemaatlerin giderek büyümesine ve toplumun her kesimine ulaşmasına izin verilmesiydi.
Devlet için din, toplumu kontrol altında tutacak, oyalayacak bir olguya dönüşmüştü.
AK Parti’yle değişen ne?
Bilinen tabirle afyon işlevi görüyordu.
Yani toplumun temel sorunlarına sahici bir çözüm bulamayan iktidarlar veyahut devlet bu eksiğini tarikatlar aracılığıyla kapama yolunu tercih etmişti.
Yoksullukla boğuşan, çocuklarına iyi bir eğitim alma imkânı bulamayan insanlar çareyi tarikatlarda ve cemaatlerde arıyordu.
Devlet, kendi eksiğinin, yetersizliğinin faturasını toplumu tarikatlara ve cemaatlere mecbur bırakarak Türkiye’ye ödetme yolunu seçmişti.
Bütün bu tarikatları koruma, kollama, toplumu buralara itme politikası doğal olarak bu yapıların büyümesini, yaygınlaşmasını da beraberinde getirdi.
Önceki iktidarların, hatta devletin tarikatları toplumsal alanda tutma, koruma politikası AK Parti iktidarıyla değişti ve bu yapıların devlette de söz sahibi olmasının yolu açıldı.
Mesele dindar insanların devlette görev alması değil, kurumlardaki kadrolaşmada liyakatin yerini tarikat ve cemaat bağının alması, adeta her bir bakanlığın başka bir tarikatın kadrolaştığı, kontrolü ele aldığı bir yapıya dönüşmesiydi.
Anlatmaya çalıştığım, tarikatlar meselesi AK Parti iktidarıyla başlamış bir sorun değil.
Esas sorun
Yani tek sorun mevcut iktidarın tarikatlara yaklaşımı, bu tarikatların devlette giderek daha etkin hale gelmesi değil. Bana göre esas sorun, topluma daha iyi yaşam imkânı sunamayan devletin/iktidarların 40 yılı aşkın süredir uyguladığı sorumluluktan kaçma ve toplumu dinle oyalama politikasıdır.
Bu devlet anlayışı kökten değişmeden, toplumu tarikatlara iten eğitim ve yoksulluk gibi sorunlara sahici bir çözüm üretilmeden bu yapılardan bütünüyle kurtulmak imkânsız gibi görünüyor.
Buradan baktığımızda “Tarikatlar kapatılsın” demek, hem gerçekçi değil hem de sorunun kaynağına yönelik bir çözüm içermiyor.
Çünkü nedenleri ortadan kaldırmadan, sonuçlarla kavga etmek bizi bir yere götürmüyor.
Yozlaşmış bir din anlayışını her gün biraz daha yaygınlaştıran, yoksul insanların çocuklarının hayatını mahveden, toplumu çürüten bu yapılardan kurtulmak için daha iyi bir yaşamı, fırsat eşitliğini, ekonomik refahı yükseltmeyi temel alan bir siyaset ve devlet anlayışına ihtiyaç var.
Sadece günümüz siyasetçileri değil, son 40 yılın neredeyse bütün iktidarları kendi yetersizliklerinin, eksikliklerinin faturasını topluma ödetme yolunu seçti.
Toplumu tarikatlardan kurtarmak için güçlü bir demokrasiye, ülkedeki her çocuğun iyi bir eğitim alacağı sağlıklı bir eğitim sistemine, fırsat eşitliğine ve ekonomik sorunlara kalıcı bir çözüm bulacak politikalara ve hepsinden önemlisi de eksikliğini, yetersizliğini dinle kapamaya çalışan devlet ve siyaset anlayışından kurtulmaya öncelik vermek gerekiyor.