Daha önceki yazımızda küreselliğin ne olduğunu anlatmaya çalışmış ve bu kavram doğrultusunda dünyada yaşananlara, küresel güçlerin stratejilerine, Türk aydınlarının meseledeki kafa karışıklığına işaret etmiş ve Ülkücü yaklaşımın da belirlemesi gerektiği tutuma şu şekilde bir giriş yapmıştık:
“Küresel gelişmeleri iyi okuyup milli tezler geliştirecek yaklaşımlara olan ihtiyaç gündeme gelmektedir.
Kendi kimlik değerleri ile bütünleşen, tarihi ve coğrafi derinliklerinin farkında olan, rasyonel stratejiler kurgulayabilen bir yapılanmaya ihtiyaç vardır.
Bu yapılanma da tarihi ile barışık, gününü iyi okuyan, geleceğe ait bir medeniyet tasavvuru olan Ülkücü Harekettir.”
O zaman kimlik kavramı ile konuya bir giriş yapalım:
Bu konuyu daha önceki bir yazımızda ele almıştık. Mesele ile bire bir örtüştüğü için okuyucularımızın hoş görüsüne sığınarak yeniden aktarmak istiyorum.
Hemen ardından küreselleşmeye karşı en büyük güç olarak gördüğüm, milli eğitim meselesini değerlendirmeyi düşündüğümü belirterek” Kimlik” konusunu yeniden aktarıyorum:
Tarih boyunca, insanlar, kim olduklarını, nereden geldiklerini, nerelerde yaşadıklarını yani kimliklerini merak etmişlerdir. Bu duygu insandaki mensubiyet şuuru ile alakalıdır. Cenab- Allah insanı yarattığı zaman ona bir de mensubiyet vermiş ve onu sorumluluk sahibi bir varlık olarak türetmiştir.
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri kimlik meselesini şöyle açıklıyor:
“İster doğal ve giydirilmiş isterse de zoraki ve inşa edilmiş olsun; bütün kimlikler, inançlar ve değerler bir tarihi sürecin ürünüdürler. Bugünün kimlikleri, az veya çok tarihin derinliklerinden sonsuza akan zaman süreci içinde; ananın, babanın, tarihin, coğrafyanın, kılanın, cemaatin, cemiyetin, devletin, doğal şartların, inanç sistemlerinin, ahlaki değerlerin, üretim şartlarının, felaket ve zaferlerin ürünü olarak şekillenmiştir. Hiçbir toplum bu süreçten muaf tutulamaz.”
Divan-ı Lügat’it Türk adlı eserinde ise Kaşkarlı Mahmut, Türk adı ile ilgili şöyle bir giriş yapıyor:
“Gördüm ki Rab, devlet güneşini Türk burçlarından doğurdu. Onlara ülkelerin yönetimini ihsan etti.
Türk adını Allah kendi armağan etti. Türkleri devirler için han- hakan kıldı.”
“Her kim ki muradına ermek isterse Türklüğe bağlı kalsın. Çünkü Türklük temiz yüreklilik, mertlik, merhamet, adalet, hak tanırlığın hamuru ile yoğrulmuştur. Bu hasletler Tanrı’nın ikramıdır.”
“Türk, peygamber Nuh’un oğlunun adıdır. Bu, Rabbin, Nuh oğlu Türk’ün oğullarına verdiği addır. Bize ad olarak Türk adını Ulu Mevla vermiştir.”
Ziya Gökalp, Türk adının töreden töreli olmaktan geldiğini, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ise Milli Kültür’de Türk kelimesinin “güçlü, kuvvetli” anlamına geldiğini ifade etmektedir.
Prof. Dr. Erol Güngör Hoca da Tarihte Türkler adlı eserinde Türk ile ilgili olarak “Bu kelimenin aslı “Türük” olup “kuvvetli” anlamına gelir.” diyor.
Bu yaklaşımlar kelime olarak Türk’ün “töreli ile kuvvetli” kavramlarının yüklendiği mana ile bütünleştiğini gösteriyor. İlk Türklerin yaşadığı yerler ve komşularının – özellikle yaşanan döneme ait ilk yazılı kaynaklar olan Çin yazıtlarının- bize ulaştırdığı bilgiler bu iki sözcükle örtüşmektedir.
Lakin Türk kimliği, kelime manasının çok ötesinde bir anlamı ihtiva etmektedir. Mesele kelimenin ve antropolojik incelemenin çok ötesinde, bir inanç ile ilgilidir.
Son zamanlarda Türk kimliği üzerinden yapılan tartışmalar ötekileştirme, ayrıştırma, bölme ve daha çok anlamsızlaştırmaya yöneliktir.
Küresel gücü elinde tutanlar, kendi emellerini gerçekleştirmek için kavramlara da kendi zihinlerindeki tanımları tartıştırmaktadırlar. Adeta insanların zihinlerine hükmeden bu yapı kendi aydınlarının –Hungtington örneğinde olduğu gibi- “milli çıkarlar milli kimlikten doğar” felsefesi çizgisinde kendilerini diri tutarken diğer milletlere ise sınırların ve milli kimliklerin hükmünü yitirdiğini dikte etmektedir.
Bu anlayış maalesef ülkemizde de hüküm sürmekte ve millet kavramının meşruiyetini kaybetmesi için sözde aydınlar tarafından 5000 yıllık geleneğimiz karanlığa mahkum edilmektedir.
Avrupa’nın sınır tanımaz egoizmi ülkemizde taşeronları tarafından kendi lehlerine bir düşünce akımı oluşturmuştur. Küresel güçlerin, Türkistan ve Orta Doğu’da ki halkların kaderini tayin edebilmek için sergiledikleri oyun tıpkı Hubl’un “Bir milleti tasfiye etmenin yolu onun belleğini silmektir.” felsefesindeki anlayışa göre şekillendirilmiştir.
Milletimizin, geçmiş ile bağlarını koparmak için kültürümüzü, kitaplarımızı, inançlarımızı tarihimizi imha ettiler. Ve ardından akıllıca bir anlayışla bize yeni kültürler oluşturup, yeni kitaplar yazdılar. Nihayetinde geçmişimizden koparılan biz, kim olduğumuzu unuttuk.
Beleğimize yüklenen yeni kazanımlar ile özümüzü oluşturan ruh kökümüz tenakuz yaşamaya başladı. Bunun üzerine kültürel yozlaşmanın önü alınamadı ve kimliksiz, kişiliksiz, şahsiyet zafiyeti yaşayan bir topluluğa dönüştürüldük. Bu dönüşüme direnenler ise ya çağı yorumlayamamakla ya da gericilik ile suçlandılar.
Halbuki Türk kimliği karmaşık bir yapı da arz etmemekteydi. Çok sade bir Türk tanımı bu milleti oluşturanların ortak kanaatiydi:
Türk gibi, düşünen, Türk gibi hisseden, Türk gibi yaşayan herkese Türk diyebilen uzlaşmacı, birleştirici bir kimlik tanımımız vardı. Meseleyi kan bağı, ırk bağı gibi ötekileştirici yaklaşımlardan ziyade, kültür birliği, mensubiyet şuuru ve ortak değerlere sahip olma gibi bir şuur ile izah etmiştik.
Maalesef günümüzün devşirme aydınları dün olduğu gibi bugün de Türk kimliğini tartışmaya açmış ve onu yozlaştırma gayreti içine girmiştir.
Türk milleti yaşadığı toprağa ait değil, diyen ve Kürdistan Telai Cemiyeti’nin fikir babalığını yapan devrin kalemşoru ile Avrupa’yı yeni kıble olarak sunup “bir milyon Ermeni ile otuz bin Kürt’ü katlettiğimizi” söyleyen yanaşmacı zihniyet arasında bir fark yoktur.
Dün Yunanlıların İzmir’i işgal etmesini “medeniyet gelecek” naraları ile alkışlayan aydıncıklar ile bugün “21. yüzyılda milli kimlik mi olurmuş?” diyen zihniyet aynı kafanın ürünüdür.
Bizim İngilizlerle birlik olmaktan başka çıkarımız yok diyen devrin edebiyatçısı ile “AB yolundan dönmemiz mümkün değildir, çünkü orası bizim kurtuluş yolumuzdur” diyen günümüz şakşakçısı arasında hiçbir fark yoktur.
Bütün bunlar kültürel bir devşirme yaşandığının ve bunun da kimliğimizi zedelediğinin göstergesidir.
Türkiye’de ki kimlik bunalımının müsebbipleri, kökü ve damarları Türk toplumuna aykırı bir yapılanmanın içinde olan sözde aydınlardır.
Bu durumda, küreselleşme karşısına kendi milli tezleriniz ile Dünya’daki gelişmelere de müstağni kalmadan yeni bir yapılanma gerçekleştirmek gerekmektedir. Bu yapılanmada kurumsal ve profesyonel projeleri toplumun bütün katmanları ile buluşturmak gerekiyor.
Dün bugün çizgisinde gerçeklerle örtüşen küresel gelişmeleri görüp milli tezler ortaya koyma mecburiyeti vazgeçilmez öncelik olmalıdır. Sadece eleştirip eleştirdiğimiz yapılara alternatif sunmamak küresel saldırılar karşısında bizi sarsar.
Bu yazıda kimliği bir ışık tutmaya çalıştık. Bizim bütünleştirici kimlik anlayışımızı anlatmamız, başkalarının bölücü yaklaşımlarını dillendirmemizden daha etkili olacağını düşünüyorum. Yoğun bir şekilde düzenlenecek “Kimliğimiz birliğimizdir.” Vb ciddi sempozyum, panel, afiş, basılı, görsel yayın çalışmalarının ülkemize transfer edilen küresel ayrıştırıcı tezleri kıracak bir yaklaşımın temellerini atar diye düşünüyorum.