Referandumun patırtısı ardından dinsel cephenin yükseliş trendi devlet üzerinde elde edilen yeni mevzilerin pekiştirileceği ve bunlara yenilerinin ekleneceği ön görülebilendi!. Nitekim kısa bir süre içerisinde AKP iktidarı üst üste bu yönde adımlar atmaya başladı.
Devletin gizli ama gerçek anayasası olan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi son yapılan MGK toplantısında “kırmızı çizgilerini”, “iç tehdit” algılamasını değiştirdiğini ve yeni durumu hükümete tavsiye edeceğini açıkladı bile.. Anayasa değişikliği ile açılan yoldan esasa ilişkin adımları atma zamanı gelmişti. MGSB’(Milli Güvenlik Siyaset Belgesi) deki bu değişiklik, düzen güçleri arasındaki güç ve iktidar ilişkilerinde yeni dengeleri tescil ve ilan etmek anlamına geliyor. Bu nedenle bu sembolik ancak politik değeri yüksek bir adımdır.
Fakat AKP iktidarının asıl önemli hedefi yüksek yargının amacına uygun biçimde düzenlenmesi ve denetim altına alınmasıydı. Anayasa değişiklik paketinin en önemli başlığını da bu kapsamdaki düzenlemeler oluşturuyordu. Geçtiğimiz günlerde bu süreç de büyük ölçüde tamamlanmış olduğunu hep beraber tanık olduk. Mevcut HSYK üyeleri “gördükleri lüzum üzere” istifa edip, her açıdan tartışmalı seçimlerle yerlerine blok olarak AKP’nin istediği isimlerin geçmesine yardımcı oldular. Bu taktiksel saldırıyla AKP yargıyı da büyük ölçüde iktidarının sağlam bir kalesi olarak eline geçirmiş oldu.
Bu adımı türban konusunda atılan adımlar izledi. Zaten referandumun hemen ardından türban konusu CHP’nin de katkısıyla gündeme getirilmiş ve üniversiteler cephesinde YÖK üzerinden birtakım fiili adımlar atılmıştı. Fakat HSYK seçimlerinin ardından konu artık üniversiteleri aşan bir kapsamda, “kamusal alan” kavramı altında, devletin içerisine taşınması yönüyle ele alınmaya başlandı. Bu doğrultuda en çarpıcı adım ise Çankaya’da atıldı. Gül’ün türbanlı eşi ilk kez resmi bir törende askeri birlikleri selamladı. Böylece, zenginlerin cumhuriyetinin siyasi “eksen” değişiminde önemli bir mesafe alındığı, giderek “İslamcı” bir kimliğe büründüğü tescillenmiş oldu.
“Devlete laik bir kimlik vermeye çalışırken” dini devlet içerisinde kurumsallaştırmak ve bizzat toplum içerisinde örgütlemek kuşkusuz cumhuriyetin kurucu iradesinin bir çelişkisiydi. Özellikle 12 Eylül sonrasında dinsel gericiliği sol muhalefete karşı bir dalgakıran olarak kullanma politikası bu çelişkiyi daha da derinleştirdi. ABD’nin “ılımlı İslam” projesi çerçevesinde önü açılan dinsellik bundan en iyi bir biçimde yararlandı. Devlete hakim büyük zenginler karşısında ortaya çıkan “rakip” yeni sermayedar kesim bu çelişkiyi devlete ve topluma hakim olmanın bir olanağı haline getirdi. Devlet iktidarını elinde tutan geleneksel büyük sermaye tarafından toplumu yönetmenin bir aracı olarak kullanılan dinsellik, iktidarı isteyen bu yeni sermayedar kesimlerin elinde toplumu da arkasına alarak, devlet üzerindeki güç ve etkinliklerini artırmanın, giderek “egemen” olmanın bir aracı haline getirildi.
Bildik büyük sermayedarlar ve yıllarca onun adına ülkeyi yöneten asker ve sivil bürokratlar, ezilen milyonları yönetme yeteneklerini yitirdikleri ölçüde, bu yeni dinci sermayedar akıma sırtlarını dönememişler, onu kontrol altında tutup terbiye ederek kullanmanın yollarını aramışlardı.(Bence 28 Şubat operasyonu ve RP’den AKP’nin çıkarılması bu çerçevedeki müdahalelerin ürünüdür. )
Fakat sorun sadece bu dinsel siyasal hareketin güçlenmesi değil, iktidarı ele geçirmek isteyen bir yeni tekelci zengin kesimin gücüne uygun bir egemenlik arayışıdır. Bu nedenle bu terbiye operasyonları dinsel siyasi ve sermaye güçlerinin yükselişini önleyememiş, aksine onların yolunu daha da düzlemiştir.
Öte yandan, sistemin “yönetememe krizi” zenginlerin en acil ihtiyacını “istikrar” olarak şekillendirmişti. 28 Şubat operasyonunun ardından zenginlerin siyaset sahnesi düzenlenmiş, fakat ardından tüm koalisyon ortakları 2002 seçimlerinde siyaset sahnesinden çekilme gerçekliğini yaşamışlardı. AKP tek başına hükümet kuracak siyasal üstünlüğe bu gerçeklik üzerinden ulaşmıştı. Tüm alternatif yaratma çabalarına karşın, büyük zenginlerin ihtiyaç duyduğu “istikrar”ı AKP’den başka sağlayabilecek bir parti yoktu! Ve hala da yok. Bu nedenle, tüm risklere karşın AKP’nin önü kesilmemiş, ona ve siyasi söylemine entegrasyon yolu tutulmuştur.
Büyük sermaye gurupları bu hesaplarında yanılmamıştır da. AKP dayandığı sermaye kesimini kayırsa da, geleneksel büyük zenginlerin çıkar ve ihtiyaçlarına da fazlasıyla yanıt vermiştir. Bir taraftan Çalıklar palazlandırılırken, öte yandan Koçlara özelleştirme yağmasından büyük paylar verilmiştir. MÜSİAD palazlandırılırken, TÜSİAD zenginlerinin özelliklede önde gelenlerinin bu dönemde belirgin bir büyüme yaşamış, bazıları varlıklarını ve karlarını birkaç kat katlamışlardır.
Ancak son sekiz yılda hem bir iktidar gücü olarak AKP devlet içerisindeki konumunu pekiştirmiş, yeni mevziler kazanmış, hem de arkasındaki zengin kesimler önemli bir gelişme düzeyine ulaşmışlardır. Sonuçta tümüyle burjuva sınıf çıkarları için kullanılan AKP, bir noktadan sonra artık üzerinde geleneksel sermaye tarafından denetim kurulamaz bir güç haline gelmiştir. Bu bakımdan önemli eşiklerden biri son Cumhurbaşkanlığı seçimleriydi. En önemli hamle ise Ergenekon kodlu operasyonlar ile ordunun ve “ulusalcı” muhalefetin etkisizleştirilmesi oldu. Son gelişmelerle birlikte de zenginlerin cumhuriyeti giderek “İslam cumhuriyeti” kisvesine bürünmeye ve bu doğrultuda atılan adımların birbirini izlemesinde her hangi bir engel kalmadığı gözlenmektedir!
Dinci siyaset cephesinin egemen iktidar gücü olması ve devlete yeni bir kimlik kazandırması karşısında büyük sermayenin geleneksel kesimleri rahatsız olmakla birlikte, başka seçenekleri olmadığı ölçüde, daha çok ekonomik bakımdan koparacaklarının hesabıyla hareket etmektedirler ve bence en önemlisi dinin toplumun yönetiminde etkili bir biçimde kullanılmasından da memnuniyet duymaktadırlar.
Zenginlerin cumhuriyetinin kurucu partisi olmakla övünen CHP ise artık laiklik vb. retoriğini bir yana bırakarak, “fren” görevinden de vaz geçerek AKP karşısında bir siyasal alternatif haline gelebilmek için manevralar yapmakta, türbanı bile kendi yönünden istismar etmeye çalışmaktadır.
Biz emekçiler için asıl sorun, basitçe zenginlerin cumhuriyetinin “İslami” bir kimliğe bürünmesi değil, dinsel siyasetin toplumun tümü üzerinde tahakküm kurmasıdır. Din zenginlerin cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana biz emekçileri düzene bağlamak üzere sistematik biçimde kullanılmıştır. Fakat yeni dönemde bunun yaratacağı sonuçlar çok daha ağır olacaktır. Kapitalist düzenin derinleşen krizinin her geçen gün daha fazla umutsuzluğa ve çaresizliğe ittiği daha geniş emekçi yığınlar, devlet aygıtının en derinlerinde etkin bir konum kazanmış olan AKP iktidarının kazanılmış haklarımıza çok daha etkili bir biçimde saldıracağını bilmelidir.
Dolayısıyla, dinci siyasi cephesinin toplum çapında yaygınlaştırmaya çalıştığı bu” modernize edilmiş ortaçağ karanlığına” karşı etkin bir mücadele büyük bir önem taşımaktadır ve günün en temel görevlerinden biridir. Bu mücadele ancak sınıf sendikal mücadelenin geliştirilmesi, emekçi yığınlar içindeki çaresizlik ve umutsuzluk duygusunun eylemli bir mücadele süreci içinde adım,adım aşılması ve böylece dinsel siyasetin beslendiği zeminin temelden kurutulmasıyla başarıya ulaşabileceğimiz unutulmamalıdır.