Artık yepyeni çift şerit yollar açıldı ve Anadolu’nun virajı en bol Boyabat yollarını ha babam dolanmak zorunda değilsiniz. Sinop için yaygın efsane ‘keşfedilmemiş bir cennet’ oluşu, ormanlar, yayla köyleri, manzara muhteşem, ancak küçük kasabaları biçimsiz binalarla tarihin eskinin heyecanını boğmuş, yüzlerce yıl var ki ‘sanatkar’ insanların eli hemen hemen hiç değmemiş, birkaç Selçuklu Camisi ve kaleler, bu kadar. Sanki Sinop’un uzak ve gidilmez bir ‘inziva’ şehri olmasını isteyenler var, Sinop içinde ve kasabalarında şehir kültürü çok yüksek eski zaman kasabalarının, güngörmüş, hayli fazla ‘elit’ insanı var ve ‘bu cennetin’ keşfedilip turizme açılmasına hiç de sıcak bakmıyorlar.
Kimbilir açılan yollarla bir ‘geriye dönüş, göç’ hareketi başlarsa önümüzdeki on yirmi yıl içinde kasabalar vızır vızır canlanıp eski mimariye sadık cici şirin hale gelebilir. Okumuşlar nükleere karşı pek hayli faaliyet içinde ancak sıradan halkın hala yarısından çoğu ‘nükleer tesisler işleri açar ekonomi canlanır’ diye pek de karşı görünmüyor.
Güneydoğu’da huzursuzluktan kaçan doğulular’ın Çankırı’da onlarca köy satın aldığını yerinde görmüştüm, bu ıssız bölgeye de yeni yeni bir doğulu akın sevinçle hissediliyor. Kestane ormanları ‘sebil’ yani isteyen istediği kadar topluyor. Karadenizliler’in heyecanla beklediği balık akınlarının ilk işareti önce Sinop sahillerinde görülür. Ancak bu bölgenin balık sürülerine Sinoplular’dan çok doğu Karadeniz’den gelen büyük sanayi balıkçıları hakim. Şişe Cam ve tekstil gibi küçük ama Sinop’a can veren sanayisi satılınca Sinop şehri ciddi bir kent yoksulluğuyla ve nüfus göçüne muhatap kaldı ve bir daha da belini doğrultamadı. Malumunuz, Sinop bir de Amerikan üssüyle meşhurdu, şimdi Amerikalılar’dan geriye uzun iğneli çam korulukları ve bıraktıkları köpekler kaldı. Bu köpekler diğer köpeklerle yeni bir melez ırk meydana getirdi ki halk arasında bu Amerikan köpeklerinin kovsan gitsen yılışıklığı iğrenilen bir kişilik karakteri gibi konuşuluyor. Tarihlerimizin en meşhur sürgün ve müebbet cezaevi olarak Sinop Cezaevi ise Sinop’un güzelliklerini ‘gölgelemiş’. Sinop’a giden belgeselcilerin Sinop cezaevine odaklanmaları ve hep müze cezaevi tanıtımları Sinop’a haksızlık…
Cezaevi, Sinop’un Anadolu insanının zihninde talihsiz şekilde anılmasına sebep olmuş, üstelik şehrin kasabalarında yaşayan Selçuklu izlerini unutturmuş. Tarla, orman, deniz, ve Portekiz sahilleri gibi uçurumlu dik tepeleriyle muhteşem manzaralar, Allah ne vermişse istemediğin kadar var, gelin görün ki yoksulluğu aşacak ciddi girişimler hiç yok, yol uzaklığı zihinlerde de Sinop’u Anadolu’nun nerdeyse dışına atmış.
Buzhaneleri, soğuk hava depoları ve nerdeyse bir Kanada kasabası kadar bol kerestesinin imkanlarıyla turistik yat tersaneleriyle Sinop’u atağa kaldırmak mümkün. Şimdi çift şerit yollara büyük umutlar bağlandı.
Nedense her Anadolu kasabası gibi tarımcılık hayvancılık balıkçılık ve tarıma dayalı endüstri değil, herkes tek çare ‘turizm’ diyor? Özal’dan beri yeni kalkınma stratejimiz ilan edildi bile: varsa yoksa turizm.
Anadolu’da çok çok yer gezdim, Kastamonu’dan Sinop’a açılan bu karayolu kadar ıssız bir yol görmedim, çöl gibi bomboş, herhalde bilinmiyor, inşallah birkaç seneye vızır vızır hale gelir, binlerce yıl öncesinden beri tarımı süren çeltik tarlaları yani havuz tarlaları antik eserler gibi ziyaret ettim, bu tarlalardan ne kadar ‘pirinç’ üretiliyor merak ediyorum.
Fazla ham bilgi okuyucuyu yorar, bilgisayar diye bir şey var açıp bakarsınız,.
Ilgaz Dağları’nı aşarken yan sıraya genç bir bayan oturdu. Kızcağız öbür sıranın önünde ben bu sıranın, aramızda koridor, kafamda önümüzdeki günlerde yurt gezilerinde yapacağımız konuşmaları temize çeker gibi son provalarını yapıyorum.
Dirseklerimizi verince kafa kafaya vermiş gibi oluyor insan, dışarıda yarım metre kar, bitmez bu yol, bu ön koltuklar bir şömine başı bir ocak başı havası da veriyor, zaten şoförün uyumaması için açık radyo gibi konuşmak ta lazım. Ne bileyim, insan korkuyor işte, şoförden daha açık gözlerimiz, tipinin beyaz örtüsünü kaldırmak için silecekler paso çalışıyor.
Yan sıraya oturan genç bayan bir zamanlar tekvando kız milli takım kaptanıymış, geldi oturdu, boy pos, vay anam vay. Kıçımı değnekle dürter gibi ‘sizi bir yerden tanıyorum’ deyip duruyor, laf açsan bir türlü açmasan bir türlü, bu kadar yakın mesafede insan fazla da ilgisiz kalamıyor, tecrübeliyim bu konularda, kafamda dönüp duran konulardan laf açmalıyım yoksa o kim bu kim o nasıl oluyor diye bomboş ‘hayranlık laflarıyla’ gecemiz sabaha kadar ziyan olur, üstelik tepkisini alırım, hani bir nevi dersime daha iyi çalışmış olurum, pattanak ‘yurt dışına maçlara gittiğinizde neler yiyorsunuz?’ dedim.
Şaşırdı ve sessiz kaldı, ben ortaya karmakarışık lafları sıraladım, bak arkadaşım, dedim, yarın sen de antrenör olacaksın, güç dediğin düzenli bilimsel spor şüphesiz, ama bu bölgenin meşhur Taşköprü sarımsak’ı Yozgat’ın soğan’ı, doğunun biberi…
Anadolu’nun acı gücü bunlar, bu toprakların geçmişinde bir efsane varsa o da bu toprakların yağı, biberi, inciri, buğdayı, soğanı, sarımsak’ı. Şimdi siz Anadolu’nun en hakiki bu nimetlerinden habersiz nasıl ‘milli takım’ olabilirsiniz?
Ve zihnimdeki konuşmalar kaç zamandır AKP’ye cepheden hedef aldığı için kızcağızın da hiç suçu yokken sanki AKP iktidarından o sorumluymuş gibi gayri ihtiyari elde olmadan cümlelerimin hedefi düşmanı gibi oluyor, yani kızcağızı silkeliyor, yargılıyorum.
Kızcağızın yüzünde çok geçmeden şaşkınlık belirtileri oluştu, şimdi nerden çıktı bunlar, ne diyor bu deli, ‘düştük belaya’ der gibi halli halli sağa sola bakınmaya başladı, sanırım daha bismillah, tanıştığına bin pişman oldu, 60’lı yılların Tel-Aviv radyosu gibi cızırtılı boğuntulu ve kesintisiz konuşmamı sürdürdüm.
Anlasın anlamasın rahatsız olsun olmasın hatta bu adam bana sulanıyor taciz ediyor diye ne düşünüyorsa düşünsün, bu toprağın çocukları bu ülkenin toprağını mutlaka tanımalı, nezakettir mahremdir ayıp oluyor beyler diye diye içimize kapandık, yeter be. Deyip, küreği beynimdeki laf gumulunun dibinden dağları kaldırır gibi sıyırarak soktum.
Kızcağıza, ‘bak arkadaşım Rus Çar’ı Rus köylüsüne şart koşmuş patates ekeceksiniz, diye. Rus köylüsü patatesi bilmez, ekmedi, Çar, Ortodoks kilisesini devreye soktu köylüyü ikna için ve kitap broşürler yayınlatıp dağıttı, Rus köylüsü direndi, asla ekmedi, üstelik patatese bir ad koydu: Şeytanın Elması.’
Yani, ‘siz dedim, şeytanın elmalarıyla besleniyorsunuz… Dışarıdan gelmiş peynirler dışarıdan gelmiş çikolatalarla. Şeytan elmaları bunlar, şeytan elmalarıyla beslenenden şampiyon çıkmaz, en son şampiyonlarımıza bak Yaşar Doğular’a, acı soğanın gücüdür.’
Laflar öyle sert öyle itham edici ve henüz tanışıklığın ikinci dakikası dolmadan sarf edilmişti ki kızcağıza koridorun ortasında tekme tokat girişseydim bu denli neye uğradığım şaşkınlığı yaratmazdı.
Bir kişi bir kişidir, erinmedim, kızcağıza bir de 1898’de Ankara’da açılmış Çoban Mektebi’nden bahsettim. Üşenmedim, Mustafa Kemal’in tam anlamıyla bir Tarım Devrimi gerçekleştirmeye çalıştığını anlattım. Bir de toprak reformu olsaymış Kürt sorunu ‘olmazdı ya’ valla hiç zorlanmadan getirdim lafı.
Kızcağız çaresiz beni dinler gibi yapıyor ama lafın içine hiç girmiyor karşılık vermiyor, nerdeyse bir otobüs sapığına dönüşeceğim, ilgisini çekmek için hikayeleri daha da abarttım, tarımdan topraktan işi Red Kit Tom Miks’e kadar getirdim, çünkü zihnimde sıralanmış sayfaları tek tek açmalıyım.
‘Bak arkadaşım, Türkiye’de Tanzimat’la birlikte pamuk ekilmesinin sebebi, Amerika İç Savaşı’dır. İngilizler Amerika’dan pamuk getiremeyince Türkiye’nin tarım politikalarına el koydular. Bu tarımımıza dışarıdan yapılmış en büyük müdahaledir. Ve Padişah’ın emirleriyle, şu kadar Amerikan tohumu ithal edip ekeceklere altın madalya, şu kadarına gümüş madalya verilecek diye ödül dağıttılar. Üstelik alet edevatların çoğunu İngilizler bedava bağışta bulundular. Üstelik pamuk ihracatı ticaretinin maddelerini de İngilizler kendileri kaleme alıp kabul ettirdiler. Aynı zorunlu pamuk tarımını Mısır’a da şart koştular.’
Kızcağızın yüzünde ‘korku tüneline girmiş’ çizgiler çoktan oluştu. Bu kadar laftan geri de dönülmez, bari hikayeyi güncelleştireyim, Adanalılar’ı bilirsin yarı Araptırlar, Mısır’dan Adana’ya pamuk tarımı için işte o günlerde fellahlar getirildi, doğrudur, ancak bu Araplar basit vasıfsız Mısır köylüsü asla değildi, tarla sulamasında ustalaşmış mühendis ayarında çok becerikliydiler. Nil vadisinin firavunlardan kalma her biri su profesörü ayarında meşhur köylüleridir.’
Kızcağız beni kurtaran yok mu diye sağa sola muavine bakınıyor.
Zaman zaman da kırbaç gibi sertleşiyorum, ya da kelimeleri hallaç pamuğu gibi çırpıp güya havalandırıyorum, hayır ‘Amerikan pamuk tohumlarını’ dikmek kötü bir şey değildi, kötü olan şuydu: İngilizler başka sömürgeler bulunca bizdeki pamuk ekimi yetmiş yıla yakın büyük zarar gördü aksadı ve ancak Cumhuriyet devriyle yeniden toparlanmaya çalışıldı.
Bilgiyi tarihi belgelerle verdim, artık sonuca gelmeliyim, işte Mustafa Kemal Atatürk budur: kendi tarımını kendin yapacaksın, köylüye kaynak nedir ürün nedir öğreteceksin.
Kızcağız, yeter be diyen bezmiş bunalmış ifadelerle patladı patlayacak nihayet ağzından usulca şu sözler çıktı: ‘Gecenin bir vakti nerden geliyor bunlar aklına’ dedi.
Dün, dedim, çeltik tarlalarını gördüm, terk edilmiş, koskoca memlekette sulu tarım yapacak adam kalmadı, herkes eriniyor üşeniyor, tarlalar vasfını yitiriyor, onları görünce, dedim.
İyi de kızcağızın suçu ne niçin rahatsız ediyorum, gece sabaha doğru otobüsün içinde tanımadığın bir insanı otobüste huzursuz etmek hiç yakışmaz, evet beynimi durduramadığım için utanıyorum ama ne yapayım çok doluyum, ben sussam fokurdaması dinmiyor.
Ekranlarda konuşamıyorum, şöyle okkalı yazacak yer bulamıyorum, üniversitelerin hemen hepsinde konuşma yasağı var, insan zamansız alakasız ve en gereksiz yerlere patlıyor, ağzına tıpa vurulan köy çeşmelerinin kaynak yerinden patlayıp fışkırması gibi, yavaş yavaş deliniyoruz, deliriyoruz işte.
Bir kişi olsun bulmuşum, üstelik bir zamanlar tekvando milli takım kaptanıymış, yarın birgün bakarsın milli takıma antrenör olur, benden duyduklarıyla yeni bir aşçı takımı, milli bir diyet programı hazırlar, kim bilir? Allah’tan umut kesilmez, sabaha kalmaz Ergenekon Örgütü’ne bir milli devrimci daha katarız, kim bilir?
Şoför koridor ışıklarını yanıp söndürüp muavini çağırdı. Muavinin kulağına usulca: gaşlı gallı tam anlayamadım bir şey söyledi. Sonra muavin yanıma çıktı kulağıma, ‘ağbi önünüze baksanız.’
Rahatsızlık vermişim, olur susarım. Ancak bir küfür geçti arada sanki, ‘gaşlı gallı’ bir şey. Muavine gaş mı gal mi bir şey dedi şoför bey, ne demek… Muavin yatıştıran sözlerle: ‘yok yok sana göre değil ağbi’ dedi.
Bir yarım saat hatta bir saat kadar çıt çıkartmadım, sustum. Kızcağız kendisinin şikayetiyle hiç konuşmadığımı yani ‘suçluluk’ hissedip, yeniden ama daha normal cümlelerle açtı: ‘yolculuk nereye?’.
‘Gerze’ye’…
Şu meşhur paşa Osman Paşa (Pamukoğlu) da Gerzeli değil mi, dedim, inşallah şimdi yanlış yerden girmemişimdir lafı, kızcağız ‘ben tanımam babamlar tanır’ dedi, iyi ki tanımadı, Osman Paşa’dan tarım devrimine nasıl girilir. Olsun, biraz önceki sert tarih dersini unutturacak daha neşeli küçük eğlenceli hikayecikler anlatmalıyım…
‘Aydın’ı hatırlıyor musun? Dedim, kız şüpheli şüpheli ‘hangi Aydın?’ dedi.
‘Hangi Aydın olacak, beyaz balina Aydın’, deyince.
Kızcağız yerinden hopladı, yaşasın işte şimdi muhabbet başladı. Sonunda bilgiye kültüre kitaba dünyaya kapalı ‘odundan’ kızın içinde bir havalandırma deliği nihayet açabilmiştim.
‘Aydın’ı hepimiz tanırız ben on beş yaşlarımdaydım, ailecek sahilde Aydın’ı seyretmeye giderdik.’ dedi.
Beyaz Balina Aydın ortak yakınımız çıktı, kızla nihayet ‘hısım akraba’ oluvermiştik.
Neydi öyle tarihin içinde kalmış Amerikan ithal tohumları, çoban mektepleri, fellahlar. Aydın gibi popüler konular seçmeli, halkı en iyi bildiği.
Kızcağız yeni bir hikaye anlatacağımı anlamış olmalı, dostça bir uyarıyla sıkıntı belirterek: ‘Sakın ha Aydın’ı da Gerze’ye Amerikalı ajanların gönderdiğini iddia etme’
‘Yok yok Aydın kendisi geldi…’ deyip, kızcağıza hiç şans vermeden hızla lafa girdim:
‘Şimdi sana bir küçük hikaye anlatacağım kafayı yersin, bu ülkenin gazeteleri medyası yüzlerce köşe yazarından utanırsın… Bak arkadaşım Aydın Gerze’ye geldiğinde bütün gazete manşetleri ne yaptı, güle oynaya sevinçle manşetler attı, Aydın bir uğur, Aydın bir neşe, Aydın dünyanın en güzel sürprizi diye… ‘
Kızcağız, iki kolu bağlı: ‘Biz de çok sevindik çok sevdik Aydın’ı, eee yani?’
‘Eeesi Aydın’ı tanımıyorlar, Türkiye’de aydınlar kalın kitap okumuyor, okumuş olsalardı, Aydın’ı anlatan yüzyıl önce yazılmış dünyaca meşhur Beyaz Balina kitabını okurlardı ve Aydın’dan bir uğur böceği gibi bahsetmezlerdi, çünkü Beyaz Balina Aydın Pasifik Sahilleri’nde görüldüğünde Amerika’nın en büyük felaketi Amerikan İç Savaşı başladı. Yüzelli yıl sonra Ukrayna sahillerinde ilk görüldüğünde Çernobil nükleer kazası, ikinci kez Kırım’da görüldüğünde koca Sovyet İmparatorluğu çöktü…’
Eveeeet başardım, kız hayranlık ve şaşkınlıkla ağzımın taa içine bakıyor…
‘Beyaz Balina kitabı Aydın’ı anlatır, Beyaz Balinalar felaket habercisidir. Her gittikleri ülkeye bela getirirler. Bu yüzden roman kahramanı koca kaptan Ahap Beyaz Balina’yı öldürüp felaketi önlemek ister. Tabii sadece dünyayı getirdiği felaketleri değil, kendi içindeki felaketi de… Bu yüzden azgın soğuk denizlerde Aydın’ın peşine düşer. Aydın öldürülmesi gereken uğursuzluktur, ama bizim medyamız ona bir müjde gibi sarıldı…’
‘Oysa aynen romandaki gibi olmadı mı, 90’lı yıllarda Aydın Gerze’de görüldükten sonra birden bire Türkiye’de felaketler başlamadı mı, Uğur Mumcu gibi gazeteci cinayetleri, Adapazarı büyük depremi otuz bin kişi öldü, Susurluk, faili meçhuller, Doğu’da askeri çatışmalar ve hatta Aydın geldikten sonra bir daha Türkiye’de ‘hükümet bile kurulamadı, merkez sağ siyaset kökünden yerle yeksan oldu.’
Kızcağız anlattıklarıma hem şaşırıyor ama hem de inanmak istemiyor üstelik hiçbir yerden duymamış, ve benimle düpedüz alay edercesine, ‘çok yoruyorsun kendini, ben Aydın’ı gördüm, sevimli cici bir şeydi.’
Şoför, tekrar koridor ışıklarını yakıp söndürüp muavini çağırdı, kulağına bu sefer daha sinirli yine ‘gaşlı galli’ bir şeyler söyledi, muavin tekrar yanıma geldi.
‘Ağbi burada rahatsız iseniz sizi arkada iki kişilik yere alayım daha rahat edersiniz’ dedi, ‘hayır burada rahatım’ dedim, ve hemen ardından: ‘yaa Allah aşkına bu şoför bana mı küfrediyor iki de bir o gaşli gali laf nedir’, Muavin: sana değil ağbi bana sinirlenince, ‘Gaşgaldak der’.…
Yapacak bir şey yok, muavineymiş, tekrar kızcağıza döndüm, bu sefer şoföre inat daha da yüksek sesle, o gaşli galli neyse onu anlayana kadar hesabını sorana kadar üstüne üstüne gitmeliyim.
‘Ablacığım bak, ben de inanmıyorum ama hikaye böyle. İster inan ister inanma, Beyaz Balina felaketler getirdiği çok eski çağlardan beri tüm denizcilerin efsanesidir.’
Kızcağız işi inada bindirdi ‘O zaman niye Gerze’ye geliyor ki İstanbul’a gitseydi.’
O an İstanbul için birden laf bulamadım.
Sustum, konuşmalarım daha büyük sosyal kazalara yol açmaması için beynimden sürdürdüm.
Dostoyevski’nin tek amacı vardı İstanbul’u Ortodoksluğun başkenti yapmak. Şimdi bizim yazarlara Dostoyevski’nin hayatı İstanbul’un fetih hayaliyle geçti desen, inanmaz. Dostoyevski hayatı boyunca III. Roma’yı İstanbul’da kurmalıyız diye mücadele etti ve Rusya kaç yüzyıl İstanbul’u başkent yapmaya çalıştı.
Bugün dahi İstanbul’u ayakta tutan güç biz değiliz, Ruslar İstanbul’u ele geçirmesin diye Osmanlı’nın çöküşünü dahi bir yüzyıl geciktirdiler. Hatta Tekirdağ Çatalca’ya kadar geldiler, İngiliz Fransızlar’ın baskısıyla İstanbul’a giremediler. Yani İstanbul’u bugün ayakta tutup koruyan biz değiliz, Rusya’yla Avrupa’nın son iki yüzyıllık dengesi…
Şimdi dengelerin değişmekte olduğu günlerdeyiz, Sovyetler çöktü, dikkat et Rusya gittikçe Avrupa’ya ısınıyor, kaynaşıyor, Aydın Gerze’ye geldikten sonra Tayyip Erdoğan İstanbul’a belediye başkanı oldu, kanal 7, Samanyolu TV onun gelişinden sonra kuruldu. Avrupa’yla Rusya arasındaki son ikiyüzyıllık sert kavga olmaz ya, ya derin müttefik ve dostluğa dönüşürse, yani bu Aydın yoksa İstanbul’a doğru mu yüzüyor yoksa?
Beynim hepten saçmalığın içine girdi, ama insan böyle düşünür, sonra saçmalıkları, asla olmayacakları, insan içine ham haliyle çıkarlarsa rezil olacakları, ayıklar, beynimde döndürüp öğütüp tornalayıp adam etmeye çalışıyorum.
Galiba kendi içime dalıp suskunlukla bir yarım saat daha geçmişti. Ve kafamdaki derin muhakemenin sonucunu kızcağıza doğru haykırdım:
‘Göreceksin, Aydın bir kez daha gelecek.’
Kızcağız gülme krizine tutuldu.
‘Aydın, Fethullah Gülen Hoca’nın Türkiye’ye dönüşüyle son bir kez görünecek ya da Fethullah Gülen Türkiye’ye dönüşünde Aydın gibi ‘beyazlar giyinecek’ dedim.
Nerden nereye bağlayıp düğümledim lafı işte, oldu olmadı bilmem, beynimdeki korku dolu final delirdiğimin de sinyalleriydi ama tam da böyleydi.
.
Fethullah Gülen adını duyunca şoför yine sinirle sinyal ışıklarını yaktı söndürdü, muavin koridordan koşarak geldi, artık küfürleri bütün otobüsün duyacağı kadar yüksekti: Sustur şu .MINA KODUĞUMUN GAŞGALDAĞINI…
Muavin yanıma geldi, ‘ağbi kurbanın olayım arka tarafa geç, bir kaza çıkacak…Aydın maydın millet uyuyor ağbi bırak uyusunlar.’

Kızcağız, şoförden destek almış rahatlamış, artık sadece mimikleriyle değil, bayağı dillendi, çattık be, bu ne bela, ne manyak adam, sus bir yahu.
Galiba rezil oldum. Sustum.
Oysa hikayemin bu son müthiş çıkarımıma büyük bir şaşkınlık göstermesini isterdim.
Belki kızcağıza tam bir insicam içinde anlatamadım, her şey Tanzimat Dönemi’nde Amerikan tohumlarının getirilmesiyle başlıyor ve Fethullah Gülen’le sona eriyordu, bunun nesi saçmalık. Ya da bir yazar ‘ham düşüncelerini’ estetize etmeden halkın içine çıkartmamalı, işte böyle kepaze, sapık oluverir.
Ve nihayet kaptan dikiz camından bana doğru bakıp hesap sorar gibi, ‘ben de seyrediyorum şu Kur’an Şifreleri falan, şu Ömer Çakal mı (Çelakıl) ne, senin gibi manyağını görmedim, ben seni çıkarttım, sen TV’de ne güzel konuşuyordun, ne olmuş sana yahu, yazık yaaaa, gaşgaldak olup çıkmışsın, yahu bu dinciler de memleketin yarısını içeri tıktı kalanlar da delirmiş bee.’
Şoförün alaylı çıh çıh yazık laflarına başkaları da ortak oldu: ‘ben de şaşırdım valla o bu mu diye, demek ekrana çıkmaya çıkmaya.…’
Etrafta neler oluyor herkes bana deli muamelesi yapıyor, şoförün beni deli gibiymişim yerine koymasına bir şey demeliyim, bir küçük hikaye anlatayım dedim ‘dağıldık be kardeşim ortaya kustuklarımı toplayamıyorum.’.
Sinirle: ‘Şoför arkadaş, sen az önce ne dedin?’ dedim, şoför, kendisine çıkışıp hesap sormakta olduğumu anladı, dışarıda kar kıyamet, frene basıp, levyeye çıkarıp, kafama indirecek gibi dişlerinin ortasında dilini kavis yaparak sıkıştırıp, dövüş hazırlığı gözlerini kısıp yüzüme patladı: Gaşgaldak dedim.
‘Ne demek be gaşgaldak?’
Şoför: Aslen Samsunluyum, bizim oralarda şu denizde yüzen karabataklar’a gaşgaldak denir bir de senin gibilere…
‘Yani utanmadan küfür ediyorsunuz?’
‘Ne küfür edeceğim, (lafları biraz yumuşatır gibi) sabahtan beri ne anlatıyon aydın maydın. Sen aydını tanımıyorsun (gağdeşim)kardeşim, yazağ (yazar) bir kişilik olağbilin, ama Aydın’ı yağnış biliyon, ben Aydın’ı Gerze’de ilk elleyen adamım, sandalla yanına gidip Aydın’ı öptüm, üç aylık sabi bebekler bir melake gibi gülüyordu, tanınmış bir kişilik olağbiliğsin ama Aydın’ı bana sorağcan.’
Bana soracan bana soracan, bu laflara artık hiç girilmez girilse de çıkılmaz, bu cahil cemaate kalkmış neşe olsun muhabbet olsun uyumasınlar eğlensinler diye hikaye anlatıyoruz, en iyisi lafı yemiş kabul edip sus.
Bu mıntıkada bir ‘beyaz balina aydın fanatikliği’ hüküm sürüyor, Aydın’dan kolye yapmışlar küpe yapmışlar bileklik yapmışlar tşört yapmışlar. Nerdeyse bir ‘uğursuz hayvandan’ bir turizm tapınağı inşa ediyorlar, bana ne.
An itibariyle fazla da bir zayiat vermiş sayılmam. Biraz bağrıştık o kadar, sus, lafları zorlama. Milletin ortasında gaşgaldak da olduk.
Gözlerimi ön cama sabitleyerek, sustum.
Bir müddet sonra şoför alınıp bozulduğum için sustuğumu anladı, gönlümü almak için olmalı daha sakin lafa girdi: ‘yolculuk nereye’ dedi, zaten bu topraklarda ‘kimlerdensin’ ya da ‘yolculuk nereye’ lafını iptal et kaldır kimsenin birbiriyle konuşacak tek bağlantısı kalmaz. Boş ver üstüne gitme, ‘Sinop’a dedim… İçimden ‘teknik, soğuk’ cevaplar ver, diye tembih ediyorum kendime.
Şoför: (kendini sevdirir şakamsı bir ses tonuyla) Hep sen mi hikaye anlatcağn, ben de bir tane anlatayım, dedi.
Ne anlat dedim ne devam et anlamında eeeeee… Zaten kim hikaye anlatmaya başlasa deliriyor, biraz da şoför delirip rezil olsun.
Şoför, sesini, dinle beni yoksa döverim anlamında vurgulayarak: ‘Dinliyon mu yazar şahıs’.
Ne bu şahıs lafı, polis tutanağı gibi, ne dinleyeceğim, sakin ol.
‘Buyur baba, dinliyorum’…
‘Oyumuzu belkim AK Partiye vermiş olağbilim (aynen böyle tashih yok, olağbilim) ağğmaaa (‘ama’ demek istiyor) Sinop’ta Amerikan üssü zamanı vağğ yaaa, Deniz Gezmiş ağgadaşlarıyla Amerikalılar’ı kaçırmaya gelmişti, Deniz Gezmişini filan, ben misafir etmiştim, ağlayoğğn mu?
Ne, dedim içimden hayretle, şoför de delirdi, Deniz Gezmiş buraya da mı gelmiş, yirmi dört yaşında asıldı, İncirlik, Sinop, İstanbul, ODTÜ bütün Amerikan karargahlarına gitmiş, demek otuz yaşına kadar yaşasaydı, Eritre, Güney Afrika, Afganistan dağları.
İçimden yumuşattım şaşkınlığımı, yahu bir devrimci adam bulmuşlar bütün Amerikan üslerine Köroğlu misali her yerde saldırtıyorlar, bu, efsane uydurma yeteneklerini, işte şimdi şoförün de ağzından duyunca, gerçek halk bu, baksana hikayelerimiz farklı olabilir ama hikayelerin ‘aşırı zorlanmış’ tekniği birbirine çok benziyor.
Muhabbetin bu sefer sıcacık sakin açılmasını fırsat bilip, demin yediğim lafları iade etmenin yolunu aradım: ‘şoför bey, demin sen beni yanlış anladın, Aydın Gerze’ye ne zaman geldi, 90’ların başı, dinle şimdi, Gerze’ye Türkiye’nin ilk nükleer santrali yapılması ne zaman planlandı, aynı yıllar. Dediğime geldi mi gelmedi mi. Beyaz balina Aydın Gerze’ye geldikten sonra dünyanın en büyük felaketi nükleer santral şimdi buraya kurulmuyor mu? Böyle efsanelere ben de inanmam ama Aydın geldikten sonra olmadı mı bu belalar.’
Şoför, bir müddet suskun kaldıktan sonra: ‘Yahu sen hakkaten doğru diyon, heeç böyle düşünmedim.’
Rezil oldum aleme kepaze oldum ama sonunda başardım, Koca otobüsün şoförünü sonunda bilgimle belgemle hikayemle dize getirdim…
Yıllardır başımın etini yiyor Nükleer karşıtları, Nihat ağbi gel de bir konuşma yap, halkın bilinçlenmesi için çalışıyoruz, diye. Buraya gelme sebebim halkı bilgilendirmek ama nükleer karşıtlarının kendileri doğa çevre sevgisini sembolize etmek için beyaz balina Aydın resimli tişörtler giyiyorlar.
Siz ‘felaketi göğsünüzde nişan diye taşıyorsunuz?’ dedim, önce şaka yapıyorum sandılar, sonra onlar da beni deli yerine koyan tuhaf bakışlarla karşıladılar, yahu gerçekten delireceğim kardeşim, şu Beyaz Balina kitabını niye okumadınız, bu topraklarda doğan insanlar niçin kalın kitap okumaz.
Eve döndüğümde eski çağ sözlüğünden öğrendim, Kastamonu Sinop bölgesinde Gaşgallılar yaşıyormuş, sürekli Samsun bölgesindeki Hititler’e üstelik denizden saldırıyorlarmış. Samsunlular’ın karabataklara ‘gaşgaldak’ demesi, yani üçbin yıl önceden kalma bir savaşın hatıraları, hala halkın deyimlerinde Gaşgaldak diye yaşıyor. Bu da benim için, yazarlığımı riske ettiğim bu utanç dolu zor saatleri unutturacak güzellikte bir buluş…Hititler tarihten silindiğine göre şimdi bize düşen Gaşgallılar’ı Amerikalılar’ın üstüne sürmek, yani sloganımız, ‘dep dep gaşgallı!’
Ve sonra coğrafyamızın en sert en çok rüzgar alan bölgesi İnceburun’a gittim. Çocukluğumdan beri gitmek için yanıp tutuştuğum hayallerim ütopyalarım olan o tepeye. Yüzüme vursun istedim topraklarımızın en sert rüzgarları, ayağım yerden kesilsin, uçursun beni Karadeniz’in semalarına…
Tüm sahillerimizin en yalçın Ada mevkiindeki dik tepeye çıktım, Koca Ahap gibi süzdüm Karadeniz’in dalgalarını. Beyaz Balina’yı mızraklayacak gücüm yok, ama gözlerimi şimşek gibi kısıp, mızrak gibi Karadeniz’in her şüpheli köpüğüne ok ok atıverdim, peşindeyim AYDIN, Pensilvanya’ya kadar peşinde. Bu ülkede iç savaş çıkartamayacak bu topraklara daha büyük acılar çektiremeyeceksin. (yolculuk sürecek.)