Bir milletin tarihi bağları ile arasına setler çekilmesi onu etkileşimlere açık hale getiriyor ve dalından düşen yaprağın kaderini rüzgarın tayin etmesi gibi rüzgara göre yön almaya başlıyor. Bu sebeple son bir- bir buçuk asırdır milletimiz üzerinde görülen dayatmalar biz olabilmemizi de engellemeye yönelik olmuştur.
Bir milleti mahvetmek için müstevlilerin uygulama sahasına sürdüğü “dinsiz millet, soysuz Müslüman” tezi 100, yılı aşkın bir süredir Anadolu topraklarında at koşturmaktadır. Koşunun jokeyliğini yapan Amerika ve İngiltere gerek Doğu ve Güney Doğu’ya gönderdiği papazlardan oluşan misyonerleri vasıtası ile gerek 1. Körfez krizinde ülkelerine götürdükleri on bin kişilik Kuzey Iraklı Kürt’ün 2. Körfez krizi ile yeniden buralara getirilmesi ile ülkemizi ve bölgemizi kaosa sürüklemeyi başarmışlardır.
Batı medeniyeti, kendisini çatışmalarla besleyen bir uygarlıktır. Bu sebebe binaen dünyevi iktidar ve güç adına her yolu meşru gören Avrupa uygarlığı, rasyonel bir anlayış ile kapitalizmin etkisi altında gelişmektedir.
Hakeza basın ve propaganda lobisini elinde tutan Avrupa kültürünün temsilcileri ülkemizde de inanılmaz bir furya ile yeni bir kültür oluşturmuş ve bizi biz yapan dil, din, kültür ve tarih gibi değerlerimizi yıpratarak mazi ati köprüsündeki birlik hamurumuzu ekşitmişlerdir.
Aslında, Asya medeniyeti ve Türk milleti sınıf çatışmalarını hiç tanımamış, rekabete değil paylaşmaya, hırsa değil itidale dayalı bir yapıda gelişmiştir. Ama tarihin son yüz elli yılı Avrupa ile tanışan Türk medeniyetinde de başkalaşmayı getirmiştir.
Mesela eski Türk inancı kahramanlığa hususi bir önem verirdi. Türklerin İslamiyet’ten önceki dini Gök tanrı dini idi. Gök tanrı inancına göre “Uluğ gün”de bütün insanlar muhakeme edilecek ve iyiler “Uçmağa”, kötüler ise “Tamuya” gönderilecekti.
Bir Türk’ün Alp olabilmesi için iyi bir ahlaka sahip olması gerekiyordu. İslamiyet’ten önce Türklerde iyi bir ahlak “ Ele, bele, dile sahip olmak” şeklinde izah edilirdi.
Bir Türk çocuğu ergenli çağına geldiği zaman ona “Tanrı Yolu” adı altında şu esaslar öğretilirdi:
“Büyüklere saygı, küçüklere sevgi, doğru söz, yiğitlik, obasının töresine bağlılık, kendi çadırı için çalışma, başkasının çadırına dokunmama, Tanrı, başbuğ, oba, ana, baba, kardeş hakkını kendi hakkından üstün tutma ve ata ocağını söndürmeme.
Alpler inançlarına bağlı ve o dönemki bilge kişilerle irtibatlı bir hayat sürerlerdi. Bu ilişkinin mevcudiyeti büyük bir güç kaynağı olarak görülmüştür. Elegeş anıtlarındaki “Türk milleti yok olmasın diye iyi alp kişiler, iyi bilge kişilerle sözleştiler. Birbirlerine katıldılar.” İfadesi Alplerin manevi bir anlayışa sahip olduğunu belirtmektedir.
Oğuz Han’ın veziri Uluğ Türk, keramet sahibi bilge bir kişi olarak bilinir. Türk tarihinin bütün başbuğları yanlarında hep bir manevi lider bulundurmuşlardır. Alparslan Gazi’nin Sarı Hocası, Melik Şah’ın Nizamülmülkü, Osman Gazi’nin Şeyh Edebalisi, Fatih Sultan Mehmet Han’ın Ak Şemseddini, Kanuni Sultan Süleyman’ın Ebussuid Efendisi vs. bütün Alpleri erenleştirmiş ve Türk İslam Tarihi Alperenliği bir akım haline getirmiştir.
Türk Millet ve Türklük anlayışı İslamiyet’te ruhunun derinliklerini ve kendi ihtiyaçlarını bulmuş sadakat ile Müslümanlığı benimsemiştir. Bu samimi inanış sayesinde kısa sürede İslamiyet’in öncülüğü görevi Türklere geçmiş ve bu millet “Cundullah” unvanını almıştır. Bir yandan Türklerin şahsında İslam’ın ruhu çelik gibi bir bedene kavuşurken öte yandan İslamiyet ile Türklük yeni bir misyon kazanmıştır. Türklerin Müslüman oluşu İslam’ın muhafaza ve yükselişinde en büyük amil olmuştur.
Yine vatan kavramı ile yüzleşildiğinde bütün kutsal değerleri yükleyen biz, vatandaşlık bağı ile sınırlı Batı anlayışı ile karşılaşmışız.
Nitekim, bizim kültürümüzde vatan, sadece bir coğrafya ile sınırlanmıyor; ortak tarihi hafızayı, ortak bir kaderi, ortak bir gelecek tasavvurunu ve ne kadar kutsal değer varsa bunların hülasasına tekabül ediyordu. Tıpkı Mehmet Akif Ersoy’un “Din-ü Devlet, Mülk-ü Millet” olarak ifade ettiği anlayışın içini dolduran bir vatan, millet ve din anlayışına sahip olan Türk kültürü, Batı ile tanışıp küresel cereyanların etkisine takılınca suni bir vatandaşlık bağı ile sınırlandırılmıştır.
21. yüzyılı küreselleşme fırtınasının sarıp sarmaladığı söylense de bu Yeni Dünya Düzeninin aktörleri, şu gerçekleri saklamaya çalıştığı bilinmelidir:
1.Amerika’nın öncülüğündeki ekonomik anlayış, neoliberal politikaların iflası ile çöküşe girmiştir.
2.Demokrasi ve insan hakları aldatmacası ile ortaya atılan ABD ve AB eksenli BOP’un Irak- İran -Afganistan üçlemindeki politikaları, Irak ayağına rağmen beklemedikleri bir direniş ile karşılaşmıştır.
3.Avrupa’nın ihraç edip Amerika’nın desteklediği çok kültürlülük ve etnik farklılık siyaseti bugün en büyük etkiyi ABD’de göstermiştir.
4.Nihayet ebedi olduğu öne sürülen Küreselleşme ve Amerika merkezli tek kutuplu dünya millileşme ve çok kutuplu bir dünyaya doğru kaymaktadır.
Bu bağlamda ülkemize yöneltilen dayatmaların temelinde kavramlara yüklenen anlamlar yatmaktadır. “Yeni bir çağ, çağdaşlık, küresellik, değişim, yenilenme, reform, özgürlük, bireysellik” gibi pek çok kavram yeni anlamlar yüklenerek misyonerlik cazibesine büründürülmüştür. O zaman kavramların masum olmadığı daha doğrusu kavramlara diledikleri anlamları yükleyenlerin masum olmadıklarını söylemek hiç de yanlış olmaz.
Bülbül gibi ötmek isteyen karganın kendi ötüşünü de unutması gibi kendi kavramlarını kullanmayıp ithal kavramlara kendi anlamlarını yüklemeye çalışanların durumu kimliksizliğe sebep olmaktadır.
Millet kavramına izafe edilen asli manayı görmezden gelip onu sadece maddi bir menfaat birlikteliği gibi değerlendiren yaklaşım en hafif ifade ile gaflet içindedir.Millet, “kökleri, devamlılığı ve tarihleri olan sosyolojik gerçeklerdir” diye yaklaşanlar doğru bir yaklaşım sergilemişlerdir.
Öyleyse Türk milleti dediğimizde bu kavramın çağrıştırdığı mana doğru anlaşılmalı ve hizmet anlayışı o anlam doğrultusunda şekillendirilmelidir
Ayrıca her şeyin küreselliğini ön plana çıkarıp milli olan her değeri tarumar eden “küresel düşün yerel davran” popüler yaklaşıma karşı; “milli düşün küresel davran” fikri ile net bir duruş sergilenmelidir.
Bu dayatmalar karşısında, “ne dinimizden vazgeçeriz ne de milliyetimizden” diyerek Avrupalı olma sevdasına girmeyip Asya’nın, Dünya’ya sevgi tohumları eken asil çocukları olduğumuzu hatırlamamız gerekmektedir