Seçim dönemleri kapitalist düzen partileri için ikiyüzlülüğün zirve yaptığı dönemlerdir. Yıllar boyunca işçi ve emekçilere karşı sermaye sınıfının saldırı programlarına hayat veren sistem partileri sıra seçimlere geldiğinde, kendileri için bir oy deposu olmaktan başka bir anlam taşımayan işçi ve emekçileri hatırlayıverirler. Tumturaklı sözler, içi boş vaatler seçim meydanlarının temel argümanları olur.
 
            Kapitalist düzenin sözcüleri için gerçek niyetlerin gizlendiği ve maskelerin takıldığı bu dönemler, emekçililer adına söz söyleme iddiasında olan kişi ve kurumlar için ise maskelerin düştüğü dönemlerdir. Özellikle sendika ağaları seçim dönemlerinde aldıkları tutumlar ile  işçi ve emekçileri düzene bağlamak için oynadıkları bu demokrasi oyununun doğrudan aktörü konumuna gelirler.
 
Birçok sendika bürokratı gasp ettikleri bu koltukları seçim dönemlerinde bir sıçrama tahtası olarak kullanmayı iş edinmiştir. Mücadeleci geçinmek iddiasındakiler ise attıkları tüm nutuklara rağmen kendi parlamenter hayalleri ile bir kez daha işçi ve emekçilerin öfkesini seçim sandıklarında eritmek için seferber olurlar.
 
            İşte içinde bulunduğumuz yeni seçim dönemi de bu manzaraların hayat bulduğu bir dönem olmaya devam ediyor. Bugün için sendikaların bürokrat takımı her çeşit rengi ile kendisini kapitalist düzene yamamaya, işçi ve emekçilerin yüzünü ilerici sınıf mücadelesine değil, parlamenter demokrasi oyununa çevirmeye çalışmaktadır.
 
Üst kademe sendikal görevlerde bulunanlardan bir çoğu sermaye sınıfına gönüllü kölelik yapıyor!
 
          Bu tabloda en net tutumları her seçim döneminde konfederasyon başkanları cephesinden görüyoruz. Bu ihanetçi takımının her bir üyesi meclisten bir koltuk kapabilmek uğruna seçim dönemlerinde sistem partilerin kapılarında kırk takla atıyor. Daha önce Rıdvan Budak, Bayram Meral gibi sendikal şahsiyetler şahsında gördüğümüz bu tutum, bugün Süleyman Çelebi ve Salim Uslu üzerinden yaşanıyor. Bu ikisinden Hak-İş Başkanı Salim Uslu için zaten söyleyecek fazla söz bulunmuyor. Sendika başkanlığı yaptığı dönemde de AK Partisi hükümetine hizmette sınır tanımayan bu sendikacımız hizmetlerinin karşılığını bugün milletvekili adayı yapılarak almış bulunuyor.
 
       DİSK Başkanı Süleyman Çelebi’nin amacı ve misyonu ise çok boyutlu. Öncelikle, O da DİSK başkanlığı yaptığı dönemde işçi sınıfının öfkesini dizginleyerek sermaye sınıfına verdiği hizmetin ödülünü böylece almış oluyor. AKP hükümetini dizginleyecek etkin bir muhalefet gücüne ihtiyaç duyan sermaye sınıfı ve emperyalist güçler bu amaçla CHP’nin önünü açmak istemektedirler. Büyüyen sosyal hoşnutsuzluğa yaslanmayı amaç edinen bu projede Süleyman Çelebi CHP’ye dayanak olmaktadır. Süleyman Çelebi’nin aday olduğu İstanbul 3. Bölge’deki aday sıralamasında onun önünde 2 patron vekil adayının varlığı Çelebi’nin rolüne ışık tutuyor.
 
         Bu seçim döneminde konfederasyon başkanları üzerinden daha özgün bir konumu ise Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu temsil ediyor. AK Partisi Hükümetinin açık desteğini alarak Türk-İş’in başına çöreklenen Mustafa Kumlu bugünlerde bir “sendikacı” olarak siyaset üstü bir görüntü vermeye özen gösteriyor. Bu dönem herhangi bir partiye yanaşmamaya özen gösteren bu zat-ı muhterem “Türk-İş’in herhangi bir siyasi parti veya kuruluşun kontrolü altına girmediğini ve girmeyeceğini” vaaz etmekten de geri durmuyor.
 
           Eğer Mustafa Kumlu, Türk-İş Başkanlık koltuğuna otururken AK Partisi Hükümeti’nden aldığı açık desteğe rağmen bugün daha farklı bir görüntü çizmeye özen gösteriyorsa bunun nedeni çok güvendiği AK Partisi hükümeti döneminde özelleştirmeler ve farklı yasal düzenlemelerde işçi sınıfının yoğunlaşan öfkesidir. Kuşkusuz ki böyle bir tablo içinde bu sistem partisi ile milletvekilliği pazarlığına girmek bu sendikal kadrolar için bindiği dalı kesmekten başka bir anlam taşımazdı.
 
         Alt kademe sendikal bürokratların parlamenter ufku, Üst kademe sendikal bürokratların açık ihanetleri ortada iken emekçiler payına daha fazla dikkat edilmesi gereken noktayı ise alt kademe sendikal bürokratlar ve onların aldıkları tutumlar oluşturuyor.
 
          Aslında bugün alt kademe sendikal bürokratların da önemli bir bölümü konfederasyon başkanlarının ve kapitalist ideolojinin doğrudan denetimi altındalar. Daha farlı bir görüntü çizen-çizmeye çalışan, sendikal hareket içinde bir muhalefet odağı olarak ön plana çıkan kimi sendikacılar ise reformist kimlikleri ile parlamentoya ve kapitalist düzene kan taşımaya devam ediyorlar.
 
         Bu bakımdan önemli bir gelişme geçtiğimiz günlerde 209 sendikacının imzası ile açıklanan deklarasyon oldu. Büyük çoğunluğu Konfederasyonumuz KESK bünyesinden olan ve daha çok da şube yöneticilerinin imzasından oluşan bu deklarasyon ile Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun bağımsız adaylarının destekleneceği deklare edildi.
 
       Özel olarak belirtmem gerekiyor ki bu deklarasyon Blok bileşeni “reformist” güçlerin özel bir çabası olarak gündeme geldi. Emekçi yığınların baskı ve sömürüden kurtulacakmış , barış ve kardeşlik blok adayları meclise taşınırsa hemen gerçekleşecekmiş yalınsamasını yaratarak  emekçi yığınların öfkesini sönümletmeye yöneliktir.
 
        Her seçim dönemi sınıfsal kimliklerin ve düşüncelerin net haliyle ortaya çıktığı dönemlerdir. Dolayısıyla sendika yöneticileri şahsında alınan bu tutumlar da onların hangi sınıfa ait olduklarının ve hangi ideolojiyi benimsediklerinin açık birer göstergesidir.
 
        2011 seçimleri vesilesiyle bir kez daha ortaya çıktığı gibi sendikalar hala kapitalizmin ve ona kan taşıyan reformizmin etki ve denetimi altındadır. Bu etki ve denetimi parçalamak ise sınıfın kendi bağımsız kimliği ile mücadelesini geliştirmesinden ve taban inisiyatifini büyütmesinden geçmektedir. Emekçiler için baskı ve sömürüye son vermenin başka bir yolu yoktur.