Bu gün 7 Mart. Saatli Maarif Takvimi yaprağında “cemre toprağa düştü”, “Artvin’in Düşman İşgalinden Kurtuluşu”  vb. Bilgi notları eklenerek verilen bir gün. Biz emekçilerin saatli maarifindeyse mücadele “korunun”  8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününden başlayarak alanlara düşmesini, yeni gelen günle umudun ve mücadelenin bahar sıcaklığında yaşanacağını müjdeleyen günler olarak verilmektedir.
 
     Evet, baharın biz emekçilere muştuladığı “sözden çok sokağın ve eylemin konuştuğu bir çıkış noktası olacağını söylemesidir bu günlerin.” Bunun içindir ki emekçilerin saatli maarif takvimi kendisini “takvimik” bilgilerle ve eylemliliklerle sınırlamayan kırıntıları değil geleceği isteyen, sınırsız ve sömürüsüz bir dünya isteğini güncel mücadelenin ekseni yapan bilgilerle donatır biz emekçileri.
 
    2013 baharında zorun zoru bir “baharla” karşı karşıyayız! Ülkemizde ve dünyada sınıf mücadelesi her alanda hükmünü yürütürken, tehlikeler kadar fırsatların da büyüdüğü bir “bahar” döneme giriyoruz. İnsanlığın kurtuluşu kavgasında yol gösterenlerin pratik sorumluluklarının arttığı günlerden geçiyoruz Dünya ölçeğindeki sarsıntıların, bölgesel kaynamaların, Türkiye’de taşların yerinden oynamasının arttığı bir dönemin tarihsel sorumluluklarıyla karşı karşıyayız.
 
     Yeni liberal politikaların uluslararası ölçekte iflasının sonuçları kendisini yoğun biçimde hissettiriyor. Emperyalist-kapitalizmin krizi, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin gelecek belirsizliğini derinleştiriyor. Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yıkım sadece yoksullaşma ve özgürlük yoksunluğunu değil, tepkilerin uçlarda birikmesini yoğunlaştırıyor. 
İleri kapitalist ülkeler dâhil birçok ülkede emekçiler alanlara eylem için iniyor.
 
    Yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği, yönetenlerin de eskisi gibi yönetemediği, toplumsal saflaşmaların hızla keskinleştiği bir durum söz konusu. Ancak kapitalizmi yıkıp işçi sınıfını ve emekçileri iktidara taşıyacak örgütlülük boşluğu her yerde kendisini gösterirken, toplumda giderek her yöne “savrulmaya” açık ne yapacağını bilemeyen tehlikeli bir ruh hali ister istemez yaygınlaşıyor.
 
     Bu ruh hali Yunanistan örneğinde olduğu gibi Radikal Sol Koalisyon ’un (SYRIZA’nın) seçim zaferi ile birlikte karşı kutupta benzer bir yükseliş gösteren kafatasçı faşist Altın Şafak gerçekliğini de yükselte biliyor. İşin kötüsü, Syriza seçimlerde gösterdiği başarının arkasını getirmekte zorlanırken, gün be gün sokak ve meydanlardaki hâkimiyetini Altın Şafak gericiliğine bırakmak zorunda kalıyor. Yunan Parlamentosundaki “solcu” milletvekillerinden sokaktaki göçmen işçiye kadar birçok insan bu faşist, gerici oluşumun şiddetinden nasibini alıyor. Elbette bu hal emekçi kitlelerin kendine ve örgütlülüklerine olan güveni sarsıyor.

       Geçen hafta yapılan İtalya seçimlerinde de resmen ortadan ikiye bölünmüş bir toplum tablosu ortaya çıktı. “Merkez sol” ile “merkez sağ”, çoğunluğu oluşturamayacak şekilde neredeyse eşit oy aldılar. Neoliberal  kapitalizmin ve siyasetteki çürümenin kimi sonuçlarına yönelik bir tepkisellik dışında ne yapmak istediğine dair açık ve net bir programdan yoksun bir komedyenin başını çektiği popülist bir hareket, kısa bir süre içinde, yüzde 25 oranında oy alacak kadar güç toplayabiliyor (hatırlayın ülkemizde 2002 seçimlerinde Genç Parti adı altında %7-8 oy alan bir parti vardı!) ve bu şekilsizlik “yeni bir siyaset tarzı” olarak “umut” uyandırabiliyor.

     “Dünya 1929 burhanının yeni bir versiyonunu yaşıyor” dediğim zaman, neoliberalizmin ideolojik yörüngesine girmiş zamane “solcuları”, “bunu da nereden çıkarıyorsun?” Diye soruyor; cevabende “geri düzeyde de olsa demokratik yapılanmanın olduğunu, parlamentoların itibarlarının geliştiğini, toplumsal katılım mekanizmalarının her geçen gün daha da fazla arttığı bir “demokratikleşme” evresine girdiğimiz” masalını anlatıyorlar.
      Tarihin hangi yönde nasıl bir evrim içine girdiğini hem dünyada hem de Türkiye’de yaşayarak hep beraber görüyoruz.(İnatla görmek istemeyenler ve Polyanacılar hariç elbette!)
      Ülkemiz egemen sınıfı ve yönetsel araçları da dünyadaki tüm bu gelişmelerden nasibini alarak ve etkileşerek kendi sömürü marjını büyütecek olan “istihdam stratejisini” yürürlüğe koydu. Sağlık, eğitim, çevre ve barınma, sermayenin kar iştahına daha ileri düzeylerde yanıt verecek şekilde yeniden düzenlendi. 
 
      Bunlara karşı toplumun farklı kesimlerinde irili ufaklı tepki ve eylemler birbiri ardına kondu, konuyor. Lakin, işten atmalara, taşeronluğa, sendikasızlaştırmaya karşı irili ufaklı direnişlerin birbirlerinin deneyimlerinden de öğrenerek çoğalmasına, HES karşıtı ve barınma hakkı temelli mücadelelere rağmen bir bütün olarak emek hareketi birlikte sokaklara çıkıp, yaşamı kilitleyemiyor.
 
      Saldırının çapına rağmen işçi sınıfı ve emek hareketini kontrol altında tutmayı başaran yönetim ergi, emperyalist güçlerin de zorlaması ve desteğiyle, bölge denklemi içerisine daha ileriden yerleşme hevesiyle en örgütlü muhalif kesim olan Kürtleri “sisteme entegre stratejisini”  hayata geçirmeye soyunduğunu görmemek için “görme engelli” olmak gerekir.
     Önümüz bahar; 8 Mart’tan 1 Mayıs’a uzanan süreçte, emek hareketi ve toplumsal muhalefet açısından yukarıda resmettiğim tabloyu bütüncül görmek büyük önem taşıyor. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 12 Mart Gazi Direnişi, 16 Mart Beyazıt ve Halepçe katliamları, 18 Mart Paris Komünü, 21 Mart “Newroz”, 30 Mart Kızıldere ve nihayet buralardan 1 Mayıs’a uzanan süreç, işçi sınıfı, emek hareketi ve toplumsal muhalefetin bütününün sokakta kendisini daha güçlü hissettirmesini ön koşulluyor.