Zavallı, kimsesiz ve gurbette yaşayan manalarına gelen Garip sıfatı, Anadolu’da geçimlerini müzisyenlikle sağlayan abdalların genel bir ismi olarak da kullanılır. İşte bu gariplerin en çok bilineni ve en sonuncusu Neşet Ertaş’ın aramızdan ayrılışının 1. yılındayız.

      Yapılan bir röportajda “Bir türkünün sonunda kimsenin adı yazmıyorsa ya benimdir ya babamın ama biz bunu önemsemeyiz, içinden gelen söylesin, biz böyle gördük çünkü” der.   
 
 
     Türkülerin sonlarında mahlas denilen bir kısım vardır. Son kıta da türküyü yakanın kendi ismi yahut çoğunlukla ona çevresi veya ustası tarafından verilen bir takma isim, mahlas kullanılır. Pir Sultan’ın asıl adı Haydar, Karacoğlan’ın asıl adı Simayil veya Hasan olarak geçmekte kendi yazdığı türkülerinde. Sümmani’nin Hüseyin, Reyhani’nin Yaşar Yılmaz, Mahzuni Şerif’in Şerif Çırık olduğu bilinir. Daimi, Kazak Abdal, Gevheri, Nesimi gibi Anadolu’ya mal olmuş ozanlarımız vardır. Hiçbiri kendi isimlerini kullanmaz veya bir yerde söylendiğinde hak iddia etmezler. Herkes bilir bu türküleri kimlerin ürettiğini, lakin kullanmaktan çekinilmez. Çünkü paylaşım, ozanlık geleneğinin temelinde vardır. Bir türkü, bir şiir bir ozandan çıktığı anda toplumun olmuştur artık. Çünkü bu türküyü yakan kişi, o toplumun bir bireyidir ve üretenin bu eseri bu toplumsal dinamiklerin dışında yazdığından bahsedilemez.
 
        Sazıyla sözüyle bozkırın yanık ve gür sesi olmayı yaşamı boyu tevazuyla taşıyan halk ozanımız Neşet Ertaş’ın türküleri halk biliminin ölçülerine göre anonimlik niteliğini çoktan kazanmıştır. Yapılan bu genel halk bilimi, folklor, türkü, anonimlik ve ferdilik tanımlamalarına rağmen, Neşet Ertaş’ın bir türkünün sahibinin olmayacağı, onun kültürel bir miras olduğu ve kimsenin tekelinde anılamayacağını ve bir metaya dönüştürülemeyeceğini anlattığı bir diyaloğu paylaşırsam sanırım babasından edindiği felsefeyi daha somut bir biçimde gözler önüne sermiş olurum.
 
        Bir gün Muharrem Ertaş, Karac’oglan’ın “Bir ayrılık, bir yoksuzluk, bir ölüm” türküsünü söylerken, Oğul (Neşet Ertaş) “Baba neden sen kendin türkü yazmıyon” diye sorduğunda, Baba (Muharrem Ertaş)“Ozanlar birbirinin devamıdır oğul. Benim demek istediğimi benden önce bir başka ozan görüp söylediyse, bu bana mirastır,amanettir, onu saygıyla anarak türküsünü havalandırırım (okurum).”
 
       İşte bu düsturla türkülere bakan, babasının ve kendisinin üretimlerine her zaman büyük bir alçak gönüllülükle yaklaşan ozan, yine bir röportajda kendisine sorulan telif hakkındaki bir soru üzerine şunları söyler: “Yürü güzel yürü yolunda kalma adlı bir parça vardır babamın. TRT’ciler gelip o türküyü Kırşehirli Şemsi Yastıman üzerine yazmışlar kaynak kişi olarak.” der ve “bunlar yöneticilerin eksiklikleri, onların ne duyduysa onu kaydetme adam sendeciliği” deyip geçer, üzerinde bile durmaz. Bakış açısı her zaman paylaşımdan ve üretimden yana olan bozkırın tezenesi, türkülerin metalaşmasına her daim karşı çıkmıştır.
 
         Mahpushanelere güneş doğmuyor”, hapishanelerde yaşanan sıkıntıları anlatır. “Anam ağlar başucumda oturur” türküsünü ise, köyleri gezip düğünlerde türkü söylediği bir dönemde, bir evde bakacak kimseleri olmayan, hasta oğlunun başucunda çaresizce oturup ağlayan bir anaya ithafen yazmıştır) Toplumdaki ezen ezilen çelişkisini tüm gerçekliğiyle aynen kendi yaşadığı gibi anlatmıştır Ertaş. Bunu yaparken toplumsal mesaj verme kaygısı da gütmemiştir üstelik. Kendi deyimiyle “böyle olsun diye değil öyle olduğu için” yazmıştır. Bu anlamda Neşet Ertaş’ın politik bakış açısı olmadığını düşünenlerin bu konuyu bir de bu bağlamda düşünmelerini naçizane bir eğitim emekçisi olarak tavsiye ederim. 
 
      Ertaş Usta, bal arısı gibi bin bir çiçekten nice emekle eşsiz lezzette ballar yapıp gönüllerimize sundu. Korun içine çekilen ateş misali, emeğini ozan bilgeliğinin ardına gizleyerek engince fark edilmeyi bekledi. Varılacak menzili insan olarak gördüğü nice zorluklarla dolu bu çileli yolda, ışığını bereketli Anadolu toprağının aydın kültüründen alarak
yürüdü, yürüdü. Bir garip bülbül olarak sürdürdüğü ömrü boyunca hep hayatı havalandırdı; yaşadığını söyledi, söylediğini yaşadı.
 
      Belli ki gerçekler meydanında tarttığı kendi değerini iyi bilir ama  “ayaklar turabı, gönüller hizmetçisiyim” diyebilecek kadar da engin gönüllüdür. Bu; gezgin, münzevi (inzivaya çekilmiş) yaşayan, kulak verip dört köşeyi dinleyen, maddiyata değer vermeyen- mülkiyeti reddeden, perişana, düşküne el uzatan, yoksul hamisi, cahil eğiten, şiirle- türküyle nefes alıp veren Kalenderi- Bektaşî Dervişi anlamak için halkı bilmek ve gönül gözü ile görebilmek gerekir.
 
     Çünkü o tıpkı Anadolu insanı gibi bütün süsü edep olan, sadeliğin içindeki gizli cevherdir. 74 yaşında geçen yılın 25 Eylül de aramızdan ayrılan ulu çınara, ustalar ustasına,Yaşar Kemal’in deyimiyle “Bozkırın tezenesine” ve “Son Abdal”’a  onsuz geçen bir yılın ardından gök kubbe kadar selam olsun.
  
  *Mahlas (İnsanın hiçliğe dönüşmesi ve kendini en aşağıda görmesi)