Ülkücü Hareketin dünü bugünü ve yarını adına yapılan çalışmaların, son dönemlerde artış gösterdiğine şahit oluyoruz. Bu çalışmalar daha çok derleme niteliğinde olsa da kaynak oluşturma ve tarihe şerh düşme hususiyeti bakımından kayda değer ürünlerdir.
Lütfi Yıldız’ın 15 ciltten oluşan Destanlaşan Ülkücü Hareket adlı 6240 sayfalık ülkücü şehitleri anlatan yapıtı, Hakkı Öznur’un altı cilt, 4200 sayfa Ülkücü Hareket adlı çalışması, Metin Turhan’ın 1152 sayfayı bulan Ülkü Ocakları adlı derlemesi, yine Metin Turhan’ın Başbuğ Türkeş adlı derlemesi, Kürşat Özkaynar ve Kadir Yiğit’in Ülkücü Hareketin Kronolojisi adlı kitabı ve tabi Alparslan Türkeş ve Dokuz Işık adlı çalışmalar ilk başta akla gelen eserlerdir. Yine birkaç ay içinde çıkacağını umut ettiğim Ülkücülerin Ülküleri adlı ülkücü kavramların açıklandığı kitabımın da bu alanda bir eksiği tamamlayacağı ifade edilebilir.
Ülkücü ideoloji ve yapıya ait eserlerin, hareketin münevverleri tarafından kaleme alınması bir devrin doğru anlaşılabilmesi adına büyük ehemmiyet arz etmektedir.
İşte bu çalışmalardan biri de tıp doktoru olan ve Ülkücü Yazarlar Derneği Genel Başkanlığı da yapan Hayati Bice’ye ait. Kitabına “Ülkücü Hareket Üzerine Notlar” diyen Hayati Bice, bulunduğu ortamlarda ve yazdığı yazılarda özellikle kitaptaki ilk sekiz maddeye dikkat çekmektedir.
Kitabı benzer diğer eserlerden ayıran en büyük fark, yeni kavramları gündeme taşıması olsa gerek. Bazı kavramlar, geçmişteki ifadeleri güncelleme şeklinde olsa da ülkücü hareket ile ilgili manevi yapılanmanın esas alınması gerektiği ve yeni yaklaşımlara ihtiyaç duyulduğu ön plana çıkarılmış.
Ötüken’den Söğüt’e uzanan süreci ifade ederek başlayan Hayati Bice,“İslam Türk& Türk Beden” makalesinde çocukluğundan hatırında kalan Necip Fazıl’ın “Hitabelerim ” deki “Bana sorarsanız, Orta Asya’dan Anadolu yaylasına inen Bozkurt, en saf aynadan daha berrak bir su başında, gözlerinin ateşine dala dala Söğüt’e iner, irtihale döner” yaklaşımını dillendirir.
“Türk genom tipi” kavramını izah edilirken ruh ile beden ilişkisinin başladığı ana kadar götürüp “ruh milletleri” bağının kurulması; bu bağın Yusuf Hemedani’ ve Hoca Ahmet Yesevi ile delillendirilmesi dikkate değer bir haldir. Nitekim bu yaklaşımları “Ortalama ruh kalitesi” şeklinde adlandırılarak madde- ruh bağlantısında Anadolu ve İslam vurgusuna atıfta bulunulması, üzerinde çalışılması gereken bir yaklaşımı serdetmiştir.
Kitapta “Ülkücü Hareket ve İslami Kimlik” başlığı ile yer bulan bölümde ise özellikle 1969 ile başlayan siyasal ve ideolojik söylem farklılıklarına dikkat çekilirken “anonim bir hastalık” şeklinde tanımlanan “ ihanet” yaftalamasının dirençli bir virüs olduğundan bahsedilir.
8-9 Şubat 1969 kongresinin Türk siyasetinde tarihi bir dönüm noktası olduğu ifade edilirken Başbuğ’un yaptığı konuşmada “İçimizde Tanrı Dağından taşıdığımız Ergenekon seddini eriten ateş, gönlümüzde, zihnimizde Hira Dağından doğan güneşin ışığı var. Biz Müslüman Türkün öz nizamını, millî nizamı temsil eden millî hareketiz.” sözü ile hareketin istikametinin tayin edildiği anlatılır.
O dönemde yaşananlara “kılıç şakırtısı, çizme gıcırtısı, takunya sesi, Kuva-yı Milliye kalpağı, takke, üç hilal, bozkurt” sembolleri üzerinden yapılan yaklaşımlar neticesinde Şubat 1977’de yapılan 5. Olağan kurultayda Başbuğ’un o zamana kadar hiçbir siyasetçinin cesaret edemediği, Kur’an-ı Kerim’in okullarda ders olarak okutulması teklifi ile nokta konur.
Ülkücü Hareketin yakın tarihinin analizinin yeteri kadar yapılmadığı ve bunun özellikle devrin şahitleri tarafından analize tabi tutulması gerektiğinin ifade edildiği notlarda, Ülkücülerin manevi
arayışlara girdiği bu yakın dönemde menzilden Gümüşhanevi Dergahına, Bağışlayıcı Hoca’dan Hacı Ahmet Kayhana dönemin tasavvuf erbapları ile hareket mensuplarının kurduğu bağlantılar anlatılır.
Bütün bu anlatılanlar sonucunda slogan haline getirilip de itiraz görmeyen Yesevi çizgisinin yeteri kadar anlaşılmadığı/ anlatılmadığı sitemle dile gelir.
Sıcak çatışma ortamında rayına tam da oturmamış olan fikri ideolojinin yüz yüze kaldığı en acı gerçeği yine kendi üslubu ile dile getirip “ölüm” diye adlandıran Hayati Bice “Parti için ölünür mü a kuzum?” sualinin içinde kendini bulan manevi yönelişin gerekçesini açıklar.
Ölümlerin ülkücü bilinçteki karşılığını acı tecrübelerle ve hüzünlü örneklerle anlatan yazar, ölümlere çetele tutmanın kahredici denklemi çözüme kavuştuğunda şehitlerin gerçekten de ölmediğine dair örneklere atıfta bulunur. Ancak bütün bunlara rağmen imkanlar oluştuğunda ölmeyen o şehitlerin geride kalanlarına gösterilen vefasızlığın kahredici halinin göz önüne serilmesi en az ölümler kadar acı verir yazara.
Bütün bu yaşananlar neticesinde canhıraş bir feryat ile detaylandırılan Ülkücü Hareketin Ahlaki Yaklaşımlarına duyulan özlem “nefs-i emarenin” aşılması, hiç olmazsa nefs-i levvame seviyesine ulaşılması üzerinde durulur.
Yine yeni bir kavram kullanarak “Ahlaki toplam kalite” tabiri üzerine inşa edilen ahlak anlayışında “nefsin terbiyesi” esas unsuru teşkil eder. Ülkücü kitlenin şahs-ı manevisini izah ederken Başbuğ’un, Dokuz ışığı 27-28 Nisan 1967 yılında düzenlenen seminerinde ilk önce “Ahlakçılık” ilkesini anlattığı hatırlatılır.
Netice itibari ile diyebiliriz ki “Ülkücü Hareket Üzerine Notlar” kitabının ilk sekiz makalesi üzerine yazılan bu notlar, hareketin yakın tarihinde yaşadıklarına dikkat çekebilmenin; hususen, yazarın da sıklıkla dile getirdiği gibi ahlak temelli bir nesil inşası ile yarınlara kendi kaynağından beslenen, yeni kavramlarla ışık tutmanın amaçlandığı görülmektedir.