Yedi devlete karşı hak ettiği dersi veren,  Nusrat Mayın Gemisi, hurda niyetine satılmak üzere iken, Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin KOCAMAZ ona sahip çıkmıştır.
Ege ve Marmara denizlerini adeta istila eden, buralardan kuş uçurmayan, en son sistemlerle donatılmış düşman gemilerinin arasından İlahi görünmezlik zırhına bürünerek geçen Nusrat Mayın Gemisinin başarısını dile getirmek bizim için kolay olmasa gerek.
Bu nedenle Çanakkale Savaşları sıradan bir savaş değildir. Karadan ve denizden Türk topraklarına girmeye çalışan düşman birliklerinin akıbeti, korkunç bir kâbusa dönüşmüştür.
Çanakkale’de silah ve mühimmat bakımından yoksun olan Türk Ordusunun, neler yaptığını bütün dünya görmüştür.
Çanakkale’de Mehmetçik, Allah’ın kınından sıyrılmış kılıcı, hakkın batıla üstün gelen hıncı, Allah ve Resulünün göğe yükselen sesi, yeryüzüne sağanak halinde inen nurudur.
Mehmetçik burada; vatan ve namus uğruna hayatını hiçe saymış, birlik içinde, Anadolu’da yaşayan Türk’ü, Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Doğulusu, Batılısı “Milli Mücadele” ruhuyla, her türlü zorlukları başarmanın zevkini tatmıştır. Bu öyle bir ruh yapısıdır ki, bir metre kareye altı bin mermi düşmesine rağmen göğüs göğse süngü savaşı yaparak, “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” inancıyla şereflerin en yücesine erişmiştir. Mehmet Akif bir şiirinde;
Ölüm indirmede gökler, ölüm püskürmede yer,
Kafa, göz, gövde, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vadilere, sağanak sağanak
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler,
Kahraman orduyu seyret ki, bu tehdide güler” demektedir.
Bu savaş, ırkları, renkleri, dilleri farklı milletlerden oluşan; Haçlı ordularının asırlar öncesine dayanan, Türk milletinden öç alma duygusunun uzantısıdır.
Peygamberimizin müjdelediği gibi; “Nefsim Kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra dirilip yine öldürülmeyi, sonra dirilip yine öldürülmeyi ne kadar arzu ederdim” diye buyurmuşlardır[1].Yüce Mevla’mızın; “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetmeyin. Gerçekte onlar diridirler, siz onu bilemezsiniz”[2] Ayetindeki müjdeler, Mehmetçiğe verilen en yüce makam ve rütbedir.
Bu savaşta, Osmanlı donanması yok denecek kadar azdı. Çanakkale’yi geçilmez kılan Nusrat Mayın Gemisi, Çanakkale Savaşı’nın baş aktörü olarak, verilen görevi kusursuz yerine getirmiş, yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyetinin temeline harç koymuştur. Burada Mehmetçik, kısıtlı imkânlarla, yoksulluk içinde savaşa hazırlanırken, Nusrat Mayın Gemisine yüklenen 26 mayın, Karadeniz’de batan düşman gemilerinin enkazından çıkarılmıştı.
Nusrat Mayın Gemisi, zor şartlar altında, tüm hazırlıklarını tamamlayıp hareket için emir beklemeye başladığı sırada, İngilizler, Fransızlar ve diğer müttefik devletler, birkaç haftada İstanbul’u işgal etmeyi umuyorlardı. Ama Çanakkale aşılamadı. 18 Mart 1915 günü düşman donanması, 18 savaş gemisiyle, saat 10.00 da Boğaza girdi, 3 büyük zırhlısını kaybedip, bir o kadarı da ağır yaralı olarak geri çekilme zorunda kalmıştır.
Bu savaş, “Biz dünyanın en büyüğüyüz!” diyenlere iyi bir cevaptır. 3 Kasım 1914 ve 18 Mart 1915 tarihlerinde Çanakkale Boğazı’nda cereyan eden, Gelibolu Yarımadası’nda 25 Nisan 1915 tarihleri arasında sürdürülen savaşlar, Türk’ün en şerefli zaferlerinden biridir.
Çanakkale Savaşı, bir milletin  Anadolu toprağında Türklüğünü koruma çabasıdır..
Çanakkale Savaşı; “Hasta Adam Osmanlıyı bitirdik” diyenlerin hüsrana uğradığı, Türklerin Balkanlarda aldığı lekeyi silen ve Türk milletinin haysiyetini koruyan savaştır…
Çanakkale’de Mehmetçik, bir kez daha milletine karşı güven tazelemiş, binlerce kefensiz yatan Mehmetçik, canları, pahasına korudukları bu vatanı bize emanet bırakmışlardır. Çanakkale Zaferi, anaların evladına;
“Oğul, seni yetiştirdim, hizmet eyle vatana,
Ak sütümü helal etmem saldırmazsan düşmana” derken, Mehmet Akif Ersoy’un:
"Asım’ın nesli, diyordum ya, nesilmiş gerçek.
İste çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek" dediği nesil ve Türk ordusu.
Tüm şehit ve gazilerimize Cenabı Haktan rahmet diliyorum


[1] Riyazü’s- Salihin ve Tercümesi, C. 2, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1973, s. 535.
[2] Al-i İmran, s.169–170