Batı’nın skandallarının ardı arkası kesilmemektedir. 1996 yılının Haziran ayında İstanbul’da, Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı -Habitat-II gerçekleştirilir. Toplantı’nın açılışını yapan Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Butros Gali, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i kürsüye davet ederken bakın nasıl hitap eder: “Türkiye Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı”… Butros Gali bu kadarla da kalmaz ve İstanbul için; “İstanbul Federe Devleti” ifadesini kullanır.

Butros Gali bunları söylerken; “Medeniyetler Çatışması” kuramcısı ve Türkiye’ye “Yeni Osmanlıcılık” rolünü biçen isimlerden Samuel P. Hantington, bu kez yeni bir tez ortaya atar: “Türkiye İslam’ın lideri olmalı!” Konuşmanın bir bölümünü alalım: “… Eğer Türkiye bir Batılı ülke olma ısrarından biraz vazgeçerse, İslam’a model olur… Demokrasinin bir İslam ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye ağırlık vermeli.” Bölünmüş, Batı’dan kopmuş ve yüzünü Arap ülkelerine dönmüş; İslam ülkelerinin lideri konumundaki bir Türkiye…

Kafalarındaki model bu! Ancak, İslam ülkeleri liderliğini Türkiye’ye bırakırlar mı işte orası çok bilinmeyenli denklem…

Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması konusunda her zaman olduğu gibi yine sıkıntı yaşanmaktadır. Ecevit, “Amerika, tuğla tuğla üstüne koyarak Kuzey Irak’ta yapay, uydu bir Kürdistan devleti kurmaya çalışıyor. Bunda da önemli oranda yol aldılar!” der… Sonuçta Çekiç Güç’ün süresi bir yıl daha uzatılır. ABD’nin Dışişleri sözcüsü Nicholas Burns, Erbakan hükûmetine teşekkür eder ve RP’nin bu konuda Amerika ile çok iyi iş birliği yaptığını, eylem ve söylemlerden memnun olduğunu ifade eder…

Türkiye’nin Patronlar Kulübü, Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) yılın ilk ayında, hazırladıkları “Demokratik Standartların Yükseltilmesi Paketi” nden iki madde yayınlar: Kürtler anadillerini konuşsunlar, istiyorlarsa kendi dillerinde eğitim yapabilsinler ve Genelkurmay Başkanı, Millî Savunma Bakanı’na bağlansın, MGK kaldırılsın! Tabii ki rapor hem bazı patronların hem de Genel Kurmay’ın tepkisini çeker ve apar topar rafa kaldırılır. Ancak AKP iktidarında Kürt maddesi kısmen, diğer madde ise tamamen uygulanacaktır.

TSK, 1997 yılının Mayıs ayında, PKK’nın Kuzey Irak’ta bulunan kamplarına yönelik “Çekiç” adı verilen yeni bir sınır ötesi operasyon başlatır. İki askerî helikopter, PKK tarafından Rus yapımı füzelerle düşürülür; on üç Türk askeri şehit olur. TSK ve Süleyman Demirel, İran’ın açık açık PKK’yı desteklediği; sınırına kaçan teröristleri beslediği, hastanelerinde tedavi ettiği, Türk karakollarına saldırıları önlemediği, örgütün elindeki füzelerin İran üzerinden geçtiği yönünde suçlamalarda bulunurlar. Türkiye’ye düşmanlık peşinde koşan sadece Batı ve Rusya değildir, İslam ülkeleri de koşunun içinde yer almaktadır.

26 Ağustos’ta Belçika’nın başkenti Brüksel’den kalkıp, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Diyarbakır’a varması planlanan ve adına Musa Anter denilen bir “barış treni” hazırlığına girişilir. Yolcuları arasında DEP’li vekiller, bazı sivil toplum kuruluşları temsilcileri, gazeteci ve sanatçılar ile Alman, İngiliz, İtalyan, İsviçre, Avusturya kökenli yabancılar ve Hıristiyan misyonerler de bulunmaktadır. Ayrıca Diyarbakır’ı komşu kapısı belleyen ve “Kürdistan bölgesini ikinci vatanım olarak görüyorum ve öyle hissediyorum!” diyen Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın eşi Danielle Mitterrand (Mitterand yenge) de bulunmaktadır. Elbette bu girişime Türk hükûmeti izin vermez. Sözde “barış treni” terör örgütleri ve dinci cemaatlerin rahatlıkla yuvalandıkları Brüksel’den hareket edemez.

1998 yılında PKK’nın lider kadrosuna ağır bir darbe indirilir. Abdullah Öcalan’dan sonra gelen ikinci isim; biri subay, biri astsubay ve 84 er ile 5’i polis 43 vatandaşın öldürülmesinden sorumlu “Parmaksız Zeki” kod adlı Şemdin Sakık, kardeşi Arif Sakık ile birlikte, Kuzey Irak’ın Duhok kentinde Özel Kuvvetler tarafından düzenlenen bir operasyon ile yakalanarak Türkiye’ye getirilir.

Eylül ayında Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Hatay’da yaptığı bir konuşmada Suriye’ye hitaben “Sabrımızı taşırmasınlar!” uyarısında bulunur. Ardından da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Suriye’ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kere daha tüm dünyaya ilan ediyorum!” der. Başbakan Mesut Yılmaz da Suriye’ye, PKK’ya verdiği desteği kesmesi çağrısında bulunur. Akabinde de bölgeye kuvvet kaydırmaları başlar.

Uyarılara rağmen Suriye tüm suçlamaları reddeder ve Öcalan’ın Suriye’de olmadığını açıklar. Kısa bir not; “Bizde yok!” diyen Şam hükûmeti Öcalan’ın bir de heykelini dikmiştir.

Türkiye Suriye’ye baskıları artırır; savaş uyarısında bulunur. Mısır, arabuluculuğa soyunur. Türkiye, Suriye’nin suç dosyasını, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’e verir. Suriye ise tüm delillere rağmen hâlâ yalan söylemeye devam etmektedir. Türkiye, Suriye’ye PKK elebaşısını iade etmesi için süre verir. Türkiye’nin ciddiyetini anlayan Suriye yönetimi korkudan Öcalan’ı sınır dışına çıkarır. Türkiye, Interpol’ü devreye sokar. Öcalan, önce Yunanistan’a gider, burada iltica talebi kabul edilmeyince aynı gün Moskova’ya geçer. Türkiye’nin baskıları sonucunda Rusya’da da barınamaz, İtalya’ya geçmek isterken Roma’da havaalanında gözaltına alınır. Türkiye harekete geçer ve Öcalan’ın iadesi İtalya’dan talep edilir. İtalya Öcalan’ı “misafir” ettiğini ilan eder ve Türkiye’ye iade etmez; idam edilmeyeceği konusunda taahhüt verilmesini ister. Türkiye’nin tüm uyarılarına kulak tıkayan İtalya, Öcalan’ı serbest bırakarak lüks bir villaya yerleştirir. Mesut Yılmaz Roma’yı uyarır; “Türkiye’nin dostluğu dostluk ama düşmanlığı da düşmanlıktır!” der. İtalya, Türkiye’nin kararlılığı karşısında geri adım atmak zorunda kalır ve diyalog arayışına girişir. Bu arada sürpriz bir gelişme olur; Papa, Vatikan tarihinde ilk kez Kürtçe konuşur, “Serserave Pirozde” yani yeni yılınız kutlu olsun, der! Sevr kervanına Vatikan da katılmıştır…

1999 yılı geldiğinde Abdullah Öcalan’ın nerede olduğu bilinmemektedir. İtalyan hükûmetinden Öcalan’ın İtalya’da olmadığı açıklaması gelir. Almanya, Yunanistan, Rusya ve Hollanda tarafından da istenmeyen Öcalan, Avrupa’da sığınacak bir ülke aramakta ancak kapılar bir bir yüzüne kapanmaktadır. Ankara, terörist başı Öcalan’ı barındırabilecek ülkelere; “Bundan sonra herhangi bir ülke terör örgütünü destekler veya bölücü başını korursa bu, Ankara’da açıkça düşmanlık olarak değerlendirilecektir.” uyarısında bulunur.

Nihayet Öcalan’ın zorunlu seyahati sona erer. Tarih 16 Şubat 1999’dur. Bordo Bereli Türk komutan, gözleri bağlanmış ve kıskıvrak yakalanmış PKK elebaşısı Abdullah Öcalan’a uçakta şu sözlerle hitap eder: “Memlekete hoş geldin Öcalan!”

PKK elebaşısı daha yargılamanın başlangıcında çözülür. “Annem Türk’tür. Yukarıdakilere söyleyin göreve hazırım… Pişmanım, beni asmayın. Her şeyi anlatacağım!” der. İmralı’daki ifadesinde ise “…Türkiye Cumhuriyeti’ nin gücünü gördüm. Meğer biz boş hayallere kapılmışız. Sonu olmayan bir yolda yürümüşüz!” diyerek devletle iş birliğine hazır olduğunu ifade eder.

1999 Kasım ayında Yargıtay, Öcalan hakkında verilen idam cezasını onar.

Abdullah Öcalan’ın yakalanış hikâyesi çok yazıldı, çizildi; ayrıntılara burada girmeyeceğiz, sadece Öcalan’ın, gazeteci-yazar Tuncay Özkan’a gönderdiği metinden bazı bölümleri aktaracağız ki küresel oyun daha net anlaşılabilsin.

“… Teslim alınmam NATO kararıdır. ABD önderlik etti. … Benim hakkımda NATO seviyesinde karar vardır. Burada önemli olan Yunanistan’ın rolüdür. Bunun iyi görülmesi gerekir. Yunanistan’ın yaptığı korkunçtur. Yaptığı bilinçlidir. Dürüst değiller. Yunanistan, benim ortadan kaldırılmam suretiyle Türkiye’de bir Türk-Kürt savaşı başlatmak istemiştir. … Türkiye’de Kürt sorunu çözülürse, Türkiye artık hiçbir gücün elinde oyuncak olmaz! … Bu oyunu ilk başta hiç kimse anlamadı. Bu bir tuzaktı aslında. İngiltere’nin payı var. Bu tuzağı Türkiye’nin halen sezdiğini zannetmiyorum, en üst düzeyde bile anlaşılmamıştır. … Tuzak, Kürtlere ve Türkiye’ye de kurulmuş aslında. … Israrla şunu vurgulamak istiyorum! Bu oyunda Yunanistan’ın rolü mutlaka açığa çıkarılmalıdır… Benim yakalanmam NATO’ nun çekirdek kanadının işidir. Yunanistan’ın NATO’daki subayları Amerika emriyle Türkiye’ye hizmet olsun diye mi, yoksa birlikte Türkiye’nin başını belaya sokmak için mi yaptılar?”

Bir soru da dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’ten gelir: “Bize niye Apo’yu verdiler onu hâlâ ben de bilemiyorum.”

İlerleyen zamanlarda bu soruların cevapları çok net bir şekilde anlaşılacaktır.
 

Devam edecek…

Tülay Hergünlü

İstanbul, 13 Aralık 2022

Yararlanılan Kaynak:
Tülay Hergünlü; “Amerikan Bezi’nden Amerikan Çuvalı’na-Türkiye’nin Hafızası- 1981-2002”