Din ve siyaset veya siyaset ve din ilişkisi kadim (çok eski geçmişi olan) bir mesele olarak toplumu etkisi altına almış, bu süreç içinde toplumsal yapının şekillenmesinde önemli roller oynamıştır.
Toplumsal yapı, aynı zamanda insan olmanın gereğidir. Çünkü insan aynı zamanda toplumsal yapının bir parçasıdır. Yani varlığını toplumsal yapı içinde ve o toplumun bir parçası (bireyi) olarak varlığını sürdürür.
Toplumsal yapı, aynı zamanda toplumsal yapının gereği olarak teşkilatlanmayı (örgütlenmeyi) beraberinde getirir. Bu yapının gereği en üst toplumsal örgütlenme “devlet” olarak kendini gösterir. İşte “ülkeler dediğimiz”, “devletler dediğimiz” şey, toplumsal yapıyı oluşturan bireylerin ortak eylemlerinin siyasal organizeleridir. İşte bu siyasi yapı, doğal olarak “yöneten” “yönetilen” unsurlarından oluşturmakta, yöneten ve yönetilen ilişkileri de, (ülkeler arası ve ülke içi ilişkiler) siyasal tarihin konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Siyasi yönetim biçimleri, siyasi gücü elinde bulunduran aktörlerin dayandırdıkları meşruiyet açısından da farklılık göstermesine rağmen, tüm siyasi aktörler yönetim biçimleri ve yönetim dayanakları açısından, kendi yönetim biçim ve anlayışlarının en meşru ve en doğru uygulamalar olarak kendilerini görür ve iktidarlarını sürdürmek isterler.
Doğru iktidar sahipleri ise halkının meşru istek, talep ve arzularını meşruiyet çerçevesinde dikkate alır ve onların meşru temsilcileri olduğunun bilincindedirler. İşte bu günümüzde yönetim anlamında “Cumhuriyet” ve “Demokrasi” olarak kendini göstermektedir. Yani iktidar gücünü halktan almak, halka hesap verebilme.
İktidar gücünü halktan, halka rağmen halkın elinden bir şekilde alan yönetimler (ortaçağda kilise, İslâm dünyasında saltanat anlayışı) iktidarlarını ayakta tutabilmek ve uygulamalarını kabul ettirebilmek için, zaman zaman halkın en kutsal değerlerini iktidarlarına payanda edebilmişler ve kullanabilmişlerdirler. Bu tip anlayışlar bir müddet sonra halkların yeniden dizaynlarını (adam edilmelerini(!)) devreye sokmuştur. İşte burada, yöneten-yönetilen sürtüşmeleri devreye girmiş; isyanlar, ayaklanmalar, isyanlara karşı yönetimin harekete geçmesi hep bu sağlıksız sürecin sonucu olarak kendini göstermiştir.
20.yüzyılın ilk çeyreğine kadar genel yönetim biçimleri, halen günümüzde de cumhuriyet ve demokrasiyle buluşamamış yönetimler bu sürecin tarihsel uzantıları olarak kendini göstermekte, kendi halkları açısından da ülkeler yaşanmaz bir hale dönüşmektedir.
Ülkeden kaçışlar; insan tacirlerine zemin oluşturmakta, başka yaşanabilir gördükleri ülkelere yasa dışı yollardan giderken sürpriz trajedilerle karşı karşıya gelebilmektedirler. Umut arayışları bazen facialarla sonuçlanabilmektedir. Bunların yansımasını zaman zaman deniz ortalarında veya mülteci kamplarında, sınır boylarında, yük konteynerlerinde, kapasitesi dışında yolcu alan teknelerde, yük gemilerinde insanlık trajedileri (konteynerlerde, kapalı kasalarda, yük gemi depolarında çoğu zamanda hayvanlara da yapılması yasak olan muameleler) olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne hikmetse çoğunlukla kaçışlar Müslüman ülkelerinden gayri Müslim ülkelere doğru gerçekleşmekte tersine ise pek rastlanmamaktadır.
Müslüman ülkelerin aslında olması gereken “SELÂM YURDU” (barış, esenlik, huzur, güven yurdu) galiba kayıplarda yerini almış durumda. NEDEN?
Varsa kaçış tersine olması gerekmiyor mu?
Suyun kullanılmasının dahi “haram” olarak kabul edildiği, okumanın sadece kilisenin tekelinde olduğu 19.YÜZYIL ÖNCESİ AVRUPA bu duruma nasıl geldi, biz neydik ve şu anda ne durumdayız? İyi niyetle sorgulanması gereken bir durum değil mi? Tabir caizse, eğri oturup doğru tespitler yaparak yapılması gerekenlere yönelme mecburiyeti kendini göstermiyor mu?
İşte burada ALIŞAGELENLERİ DEĞİŞTİRME, YENİLEME, YENİLENME, BARIŞMA (özellikle İslâm’la), ANLAMA (özellikle İslâm’ı). Hayat durağanlığı kabul eder mi? Hayat ve hayatta olan her şey yenilenmiyor mu?
İslâm, sadece camilerimizde vaaz konusu olmayıp Allah’ın Daru’l-İslâm için sonucu kurtuluş olan bir “vahyi insanlık projesi”dir, bu asla şaka değildir, “O asla şaka değildir!” (Târık 86/14). Üniversitelerin bu projeyi anlama ve insanlığa yol gösterme anlamında katkısı ne, hatta böyle bir konu akıllarına geliyor mu?
İLME VE HİKMETE yönelme, “Hikmet mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, onu hemen alır (Hadis). Ne zaman geçmişten günümüze geleceğiz ve geleceğe yöneleceğiz. “Ashab-ı Kehf” gibi İslâm dünyası olarak tarihte kalmıyor muyuz?
Savaş ÖREN
Niğde Kur’an Evi Derneği Başkanı