İçimizde Tanrı Dağı’ndan taşıdığımız Ergenekon seddini eriten ateş; gönlümüzde, zihnimizde Hira Dağı’ndan doğan güneşin ışığı var. Biz Müslüman Türk’ün öz nizamını, milli nizamı temsil eden milli hareketiz.”
       
1969’un şubat soğunda Başbuğ’un hareket için çizdiği bir çerçeve.

 Aslında Türk’ün Tarihi Misyonunu özetleyen ve “vazifeli millet” şeklinde tanımlanan şuurun ifadesi.

        Bir hareketin kaynağı sağlam olursa, kökleri de o oranda derinleşmekte ve dalı öteleri kucaklarsa mesuliyeti de o kadar artmaktadır.

Ülkücü hareketin yakın tarihte verdiği mücadele ve bu mücadelenin muhtevası bellidir. “Yok ediliş” sürecine hapsedilen Türk milletini o cendereden çıkarmak; ilim ve ahlak temelli bir “nesil inşa” etmek.

Yani emri bil maruf nehyi anil münker.

Kur’an-ı Kerim’de insanların bu ilkeyi terketmelerinin onların yok olmalarına neden olduğu “Hâlbuki sizden önceki (helâk ettiğimiz) nesiller içinde, yeryüzünde fesad çıkarmaktan (insanları) men’ eden fazîletli kimseler bulunmalı değil miydi?..”(Hud 116) vb. ayetlerde belirtilmiştir.

Mesele Kur’an’da defalarca tekrarlanmakta; İyiliği emretmek ve kötülükten men etmek, pek çok ulemaya göre farz-ı kifaye olarak açıklanmaktadır. Ve inananlar,  “Siz, insanlar(ın iyiliği) için (ortaya) çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten men’ eder ve Allah’a îmân edersiniz!” (al-i İmran 110) ayetinin gereği olarak bu emrin de muhatabıdırlar.

Diğer bütün ibadetleri gerçekleştirmeden önce hakkın hakim olması için iyiliğin emredilmesi ve kötülüğün men edilmesi gerekir. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar ise birbirlerinin dost (ve yardımcı)larıdırlar. İyiliği emreder, kötülükten yasaklarlar, namazı hakkıyla edâ ederler, zekâtı verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler.”(Tevbe 71)  ayeti usül açısından yol göstermektedir.

Vazife bihakkın ifa edilmiştir. O vazife tarihte, Türk Milleti tarafından yerine getirilmiş, yakın dönemde de ülkücüler bir peygamber metodu olarak “Sizden kim bir kötülüğü görürse eliyle düzeltsin, gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin. Bu imanın en zayıfıdır.” şeklindegerçekleştirilmiştir.

Emri bil maruf nehyi anil münkerde en temel husus bu vazifenin yaşanarak yapılmasıdır. Yani Allah ve resulünün emirleri doğrultusunda bir hayat nizamını tatbik etmektir.

Ülkücüler, ülkenin ateş çemberinden geçtiği 12 Eylül’den önce ve 12 Eylül sürecinde bu imani duruşu göstermiştir.
Günümüze gelince…

Türk Milleti bir kez daha kimliği, toprağı ve ikbali adına “yok ediliş” sürecine tabi tutulmak İstenmektedir.  Ülkenin Doğu ve Güney Doğu’su başta olmak üzere her karışı bir kaos ortamına itilmekte, bu keşmekeş arasında ileri karakolumuz Bayır- Bucak Türkmen yapısı yok edilmekte, Kerkük özelinde Irak Türklüğü akıllardan çıkarılmakta, Karabağ unutturulmakta, İran’ın kuzeyinde bulunan  Güney Azerbaycan  Türklüğü fakedilememekte, Doğu Türkistan yadlardan çıkarılmaktadır.

Ülkenin yönetiminde irade sahibi olanların; Türk milletinin birliğini sağlaması, sınırlarımızda yaşananları vuzuha erdirmesi ve kadim coğrafyamızdaki belirsizliği çözmesi mümkün görünmemektedir.

Öyleyse, ülkücülerin” iyiliği yapmak ve emretmek, kötülükten uzak durmak ve engellemek” şeklinde özetleyebileceğimiz vazifeyi ifa etmeleri gerektiği tarihi bir sorumluluk olarak beklemektedir.

Bu tarihi sorumluluğun aynı zamanda hareketin var oluş sebeplerini de inşa ettiği düşünülürse mesuliyetin daha da arttığı ortadadır.

Türk milletinin beka problemi varken Türk milliyetçilerinin ikbal beklentisi olamayacağı şuurundan hareket ile ülkücü hareketin yeniden milletin umudu olması kaçınılmaz bir hal almıştır. Harekette yazanlar, konuşanlar, yol haritası çizenler bu gerçek üzerinden fikir ve eylem ortaya koymalıdır. Anlamsız tartışmalar ve tahammülsüz yaklaşımlardan uzaklaşıp feraset ile değerlendirmeler yapılmalıdır.

Türk milletinin dertleri ile dertlenenler, ülkenin, ülkünün yarınlarını düşünenler; yazarken, konuşurken, eleştirirken, “bizdensin/ onlardansın” gibi aklın almayacağı yaklaşımlar sergilerken bu tutumlarının “ iyiliği yapmak ve tavsiye etmek; kötülükten uzak durmak ve engellemek” temelli asli vazifeye ne katkı sağladığın bir kez daha düşünmelidirler.

Çünkü:

İdamlarında hazır bulunan Abdullah Hoca anlatıyor…

“Son istekleri soruldu! İki rekat namaz kılmak istediler. İzin verildi… Abdest alıp namazlarını kıldılar ve huşu içinde dua ettiler. Tekbir getirerek sehpaya yürüdüler. Bu hallerini gören savcı başta olmak üzere görevliler şaşırdılar, korktular. Ölüme giden iki genç gülümsüyordu! Cellat bir kenarda ağlıyordu. Ben de bu iki gençten etkilenmiştim. Yasin-i Şerif okumaya başladım. Allah’ım! Bu ne güzel bir ölümdü…

İnfaza önce Selçuk’tan başlanmıştı. Selçuk’un yaftası boynuna asılmıştı. Sehpaya yürümeden göz göze gelmiştik. ”Allah’a gidiyorsun Selçuk!”  demiştim. Tebessümle başını sallamıştı… Tekbir getiriyordu. Sehpanın altındaki tabureye çıkmıştı. Cellat Selçuk’un boynuna urganı geçirirken, Selçuk cellada bir şey söylemişti. Cellat, bir an duraklamıştı. Selçuk kelime-i şahadet getiriyordu.

Cellat koluyla tabureye vurduğunda, Selçuk urganda asılı olarak bir sağa bir sola sallanıp, kıbleye doğru boynu bükük bakar halde ruhunu teslim etmişti. Bir müddet asılı bekletildikten sonra, askerlerin yardımıyla Savcı Bey Selçuk’un boynundan urganı kendi çıkarmıştı…Selçuk’u masaya yatırmışlardı. Gözleri bir başka aleme bakıyordu. Gözlerini kapatıp ona Yasin okumuştum…

Daha sonra Halil’i getirmişlerdi. Onunda boynuna yaftası takılmıştı. Ona da, “Halil, Allah’a gidiyorsun” dedim. O da, tebessümle başını sallayarak, ”Biliyorum Hocam!” demişti.

O da tekbir getirerek sehpaya yürümüştü. Urgan boynuna geçirilirken o da, cellada bir şeyler söylemişti. Cellat aynı tavrı göstermişti. Kelime-i şahadet getirirken, Cellat tabureyi ayağının altından çekmişti. Halil’de, Selçuk gibi boynu bükük kıbleye bakar halde, ruhunu teslim etmişti. Halil’in de boğazından urganı Savcı Bey çıkardıktan sonra, masaya yatırmışlardı. Halil’in de gözleri açıktı; sevinçle uzaklara bakıyordu… Gözlerini kapatıp ona da Yasin okumuştum. Mesleğim gereği nice ölü görmüştüm; fakat onlar hiç ölüye benzemiyordu… Onlarda yorgun bir müminin uyku hali vardı. Selçuk ile Halil’in, cellada söylediklerini merak ediyordum. Duvarın kenarına çömelip, önüne bakan celladın yanına gittim. Halil ile Selçuk’un, neler söylediğini sorduğumda, ”BEN BÖYLE İNSANLAR GÖRMEDİM. ÖNCEKİLER BANA KÜFÜR EDİYORDU; BUNLAR İSE HAKKINI HELAL ET DEDİLER” diyerek, içini çekiyordu” demişti Abdullah Hoca…”