Dünyanın merkez ülkesi Türkiye Cumhuriyeti gene bir anayasa değişikliği dönemine doğru sürüklenmektedir. Dünya ana karasının tam ortasında yer aldığı için küresel alanda meydana gelen bütün değişikliklerin en önce etkilediği bir ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti, sürekli olarak dış konjonktürde ortaya çıkan yeni durumlara göre yön değiştirmiş ya da bu doğrultuda yeni süreçlere itilmiştir. Bugün de benzeri bir durum geçmiştekileri benzeri bir doğrultuda ortaya çıkmaktadır. Son yirmi yılda on sekiz kez değiştirilen Türk anayasası bir kez daha değiştirilmek istenmekte, zaten yarısından fazla maddesi değiştirilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti anayasası, bu kez otuz maddelik bir öneri neredeyse beşte bir oranında yeni bir yapılanmaya doğru yönlendirilmek istenmektedir. Otuz maddesi değiştirilecek bir anayasadan artık eski anayasa olarak söz etmek mümkün olmayacaktır. Zaten on sekiz değişiklik yasası ile yarısından fazlası değiştirilen bu anayasadan, ara rejim anayasası ya da askeri dönem anayasası olarak söz etmek mümkün olamayacaktır. Türkiye dünyada en fazla anayasa değişikliği yapılan ülkelerden birisi olmasına rağmen, gene de Türk devletini zorla belirli plân ve projeler doğrultusunda dönüştürmek isteyen çevreler, siyasal ya da ekonomik merkezler açısından Atatürk’ün anayasal devlet modelini ortadan kaldırana kadar ya da bütün resmi binalardan T.C tabelalarını indirene kadar sonsuz bir değişiklik tutkusu, dışarıdan gelen rüzgârlar doğrultusunda öne çıkarılmağa devam edilmek istenmektedir. Bu nedenle, anayasa değişikliklerini yalnızca bir yasa olarak görmeyip, arkasında yatan gerçek nedenleri araştırmak ve üzerinde hukuk ile siyaset bilimlerinin getirdiği birikimler doğrultusunda düşünmek gerekmektedir.
Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ortaya çıkan Avrupa Birliği sürecinde, Türkiye’ye tam on uyum paketi dıştan zorlamalarla kabul ettirilmiştir. Bu doğrultuda, yirmi yıllık bir dönemde tam ons ekiz anayasa değişikliği Türk parlamentosundan geçmiştir. Türk ulusu kendisinin tam üye olmadığı ve gelecekte de olamayacağı bir bölgesel birlik ya da kıta devletinin karar ve kriterleri doğrultusunda anayasa değişikliklerine zorlanmıştır. Her devlet kendi gereksinmeleri doğrultusunda, değişen dünya ve ülke koşullarına uyum sağlayabilmek için anayasa değişikliklerine giderken, Türkiye Cumhuriyeti bu durumun tamamen aksi bir doğrultuda harekete zorlanarak dışında olduğu bir siyasal oluşum için ve onun doğrultusunda dönüşüme zorlanmıştır. Böylesine bir çelişkili durum nedeniyle, her anayasa değişikliği Türk devletinin geçmişten gelen geleneksel yapısını bozmuş ve zaman içerisinde tasfiyesine giden yolu açmıştır. Sadece Avrupa Birliği için yapılan anayasa değişiklikleri ile Türkiye daha çağdaş ve gelişmiş bir devlet yapısına kavuşmayı umarken, giderek Avrupa’nın dışında kalındığı için devlet gücünün ciddi oranlarda kaybedildiği anlaşılmış ve bu nedenle de kamusal alanda önemli ölçüde bir devlet boşluğu ortaya çıkmıştır. Nüfus son derece hızla artarken, ekonomik yapı gene aynı hızla gelişirken, Türkiye çeşitli alanlarda büyürken anayasa değişiklikleri ve bu doğrultuda çıkartılan yeni yasalarla devletin giderek küçültüldüğü görülmüş ve böylesine bir çelişkili duruma Türkiye’yi sürükleyen dış güçler ülke üzerinde etki ve hegemonyalarını artırırken, Türk devleti Türkiye’yi yönetemez bir duruma sürüklenmiştir. Kendi ekonomisini yönetemez bir devlet konumuna gelen Türk devletinin sözü dinlenilmez olmuş ve ülke yolgeçen hanına dönüşürken, dış güçler ve tekelci şirketler ülkenin her bölgesine el koyarak kendi küresel çıkarları için Türklerin anavatanı üzerinde her türlü girişimde bulunma hakkını zorla elde etmişlerdir. Medya üzerinden uyutma senaryolarıyla Türk halkı derin bir uykuya doğru yönlendirilirken, uyanık emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri ülkede dışa bağımlı bir manda düzenini eylemsel olarak gerçekleştirmişlerdir. Savaş koşullarında kurulmuş olan meclisten çıkan yasalarla ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti bu kez gene parlamentodan çıkan yasalar ve anayasa değişikleri yolu ile tasfiyeye doğru yönlendirilmiştir. Giderek gelişen toplumsal potansiyele rağmen, Türk devletinin istediği atılımları yapamaması ve daha çok dışa bağımlı hale gelmesiyle, emperyal plân ve senaryoların uygulama alanı ya da laboratuarı olma noktasına doğru sürüklenmesi ile Birinci Dünya Savaşından hemen sonra Türk ulusunun vermiş olduğu Kurtuluş Savaşı sonrasında, kazanılmış olan bağımsızlık düzeni ve ulusal egemenlik rejiminin giderek ortadan kalktığı görülmektedir. Bu tür senaryolara alet olan siyasal kadrolar ya da yönetimlerin hiçbirisi bu gerçekleri dile getirmemişler ve kendilerini işbaşına getiren dış güçlerin istekleri doğrultusunda hareket ederken, demokrasi ya da insan hakları gibi kutsal kavramları kullanarak Türk halkına nurlu ufuklar vaat etmeğe devam etmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti Türk ulusunun vermiş olduğu büyük bir mücadele sonucunda kurulduğu için, devletin temelindeki kurucu irade Türk ulusunun gücünden kaynaklanmaktadır. Hal böyle olmasına rağmen hiç kimse Türk halkına sormadan, bir referandum bile yapmadan Türk devletini Avrupa Birliğinin bekleme odasına bağlayarak, zamanla tasfiyesine giden yola zorlamışlardır. Türkiye gibi bir bağımsız devleti yabancı ülkelerin oluşturduğu bir üst devlet oluşumuna bağlamak, devletin temelinde yatan kurucu iradeye ters düşmesine rağmen elli senedir hiçbir yönetim Türk ulusunun oyuna başvurarak bir ulusal karar çıkartılmasını düşünememiştir çünkü sürekli olarak batılı emperyal güç merkezlerinin güdümünde hareket eden batıcı yönetimlerin Türkiye’yi yönetmesine izin verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye geçilmesiyle beraber Türkiye Atatürk’ten gelen bağımsız yapısını yitirdiği için, işbaşına gelen bütün yönetimler batılı merkezlerin güdümünde ve dümen suyunda giderek, devletin temelinde var olan kurucu iradenin çizgisinden uzaklaşmışlardır. Kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu ilkeler ve devlet modelinden giderek uzaklaşan siyasal iktidarlar, en sonunda Türk devletinin bütünüyle tarih sahnesinden silinmesi gibi bir çıkmazla, Türk ulusunu karşı karşıya bırakmışlardır. Tarihsel bir aşamada dünya sahnesine çıkan Türk ulusu, bağımsız varlığını kurtuluş savaşı ile kanıtlayarak geleceğe dönük bir bağımsızlık düzeni içerisinde sonsuza kadar varlığını sürdürmeyi hedeflemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim olduğu aşamada devletin bitmesi üzerine batılı emperyal devletlerin Hıristiyan orduları Türkiye’yi işgal etmeğe başlamışlardır. Türk milleti o aşamada teslim olmayarak direnmiş ve bir Ulusal Kurtuluş Savaşı verdikten sonra tam bağımsız bir siyasal düzene kavuşmuştur. Kurtuluşun önderi aynı zamanda kuruculuğun da başkanı olmuştur. Son Osmanlı Meclisinde alınan Ulusal Ant kararı doğrultusunda imparatorluk sonrasında ulus devlet kuruluşuna yönelinmiş ve ikinci aşamada Samsun’a çıkıldıktan sonra, işgal altındaki vatanın tehlikede olduğu belirtilerek milletin azim ve kararı ile bu durumun önleneceği, Amasya Genelgesi ile kamuoyuna açıklanmıştır. Daha sonraki aşamada ise ülkenin her köşesinde yapılan toplantılar ve kurulan derneklerin temsilcileri, Sivas kentinde bir araya getirilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kongresi özelliğinde olan ulusal düzeyde, Sivas Kongresi toplanmıştır. Bu Kongre, kurucu bir iradeyi yansıtan toplantı olduğu için, buraya katılan Türk ulusunun temsilcileri, ulusal kurucu iradenin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Devletsizlik ortamında yeni bir devletin kuruluşunun başlangıcı olan Sivas Kongresi, asli kurucu iktidarın Türk ulusu adına siyaset sahnesine çıkmasına yardımcı olmuştur. Anayasa hukuku açısından devletlerin kuruluşunda rol oynayan asli kurucu iktidar Türkiye açısından arandığı aşamada, Sivas Kongresi tarihsel bir oluşum olarak devreye girmiştir. Kongre kararlarına bakıldığında, Ulusal Ant ve Amasya genelgesi ilkeleri doğrultusunda hareket edildiği ve bu iki tarihsel belgeye uygun düşen kararlar alındığı görülmektedir. Ülkede, milli bir iradeyi egemen kılmak ve bu doğrultuda bir ulusal kurtuluş savaşı vermek, savaş sonrasında bir ulus devletini ulusal egemenlik düzeni olarak oluşturmak, devletin kuruluşu için bir temsil heyeti seçmek ve bu heyet aracılığı ile yeni başkent Ankara’da Türk milli devletini kurmak, Sivas Kongresinde Türk ulusunun tam yetkili temsilcilerinin aldıkları kararlardır. Daha sonraki aşamada seçilen heyetin başkanı olarak Mustafa Kemal Ankara’ya gelerek bu kentte yeni devleti ve başkenti kurarken, Sivas Kongresi’nde alınan kurucu kararlar doğrultusunda hareket etmiştir. Kongrede seçilen temsil heyeti, Türk ulusu adına asli kurucu iktidar olarak öne çıkmış ve bu heyetin başkanı olan Mustafa Kemal, devletin kuruluşunda hem meclis hem devlet hem hükümet hem de genelkurmay başkanı olarak kuvvetler birliği ilkesi doğrultusunda hareket ederek savaş içinde olunmasına rağmen kısa zamanda başarılı sonuç alınmasını sağlamıştır.
Devletin hukuk belgesi olan anayasayı Mustafa Kemal hemen meclis gündemine getirmemiş, meclis içindeki grupların öne sürdükleri tasarıları incelemiş ve daha sonra da bölgedeki savaş sonrası oluşumun nereye gideceğine bakmıştır. Sivas Kongresi kararları ile yola çıkan Atatürk ve arkadaşları, devletin kuruluşunda kesin bir kararlılığa varabilmek için Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı hinterlandında nasıl bir oluşumun ortaya çıkacağını yakından izlemişler ve Misakı Milli sınırları dışına çıkmadan bölgesel gelişmelere yakın durmuşlardır. Sivas Kongresi’nden tam bir yıl sonra 1 Eylül I920 tarihinde toplanmış olan Bakü Kurultayı, bu açıdan Türk devletinin kurucu iktidarının beklediği işareti vermiştir. Kuzeydeki büyük oluşum sonucunda ortaya çıkan Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde toplanan Bakü Kurultay’ına bütün doğu halkları katılmış ve doğu sorununun nasıl çözüleceği konusunda düşüncelerini öne sürerek görüşlerini belirtmişlerdir. Bu kurultaya son Osmanlı hükümeti adına Enver Paşa ile beraber Ankara hükümeti adına da Mustafa Kemal’in temsilcisi İbrahim Tali Bey katılmışlardır. Kongre sonrasında Sovyetler Birliği, Mustafa Kemal’i ve Ankara hükümetini muhatap olarak kabul edince, İstanbul dönemi sona ermiş ve yeni Türk devleti, kurucu kadronun yönetiminde geleceğe dönük olarak yeni başkent Ankara’da bağımsızlık düzenini oluşturabilmiştir. Cephelerde savaşı kazanan Ankara hükümeti, yeni dönemin büyük gücü Sovyetler Birliği tarafından da resmen muhatap olarak kabul edilince Fransa, Ankara ile temas kurmuş ve bu aşamadan sonra da o zamanın dünya devleti olan Büyük Britanya İmparatorluğu Türk devletini resmen kabul ederek, Lozan’da barış masasına oturmuştur. Sivas Kongresi’nin gündeme getirdiği iç dinamiklerin inisiyatifini Bakü kurultayının getirdiği dış dinamikler tamamlayınca, kurucu iktidar devletin kuruluşunun resmi belgesi olan yeni anayasa yapımına yönelmiştir. Böylece, savaş sonrasında doğu sorunun cereyan ettiği bölgenin gelecekteki haritası belirlenmiş ve Ankara hükümeti de buna göre yeni devletin anayasasının yapımına yönelmiştir. Mustafa Kemal bu oluşumu beklediği için yeni anayasa yapımında aceleci olmamış ve zamanını beklemesini bilmiştir.
Birinci meclisin gündemine ilk önce Halk Zümresi Grubu bir anayasa önerisi getirmiştir. Ne var ki, bu taslak daha çok Sovyet tipi bir devlet oluşumunu öngördüğü için Mustafa Kemal öneriye sıcak bakmamış ve Bakü Kurultayı gibi bir bölgesel oluşumun eski Osmanlı ülkesini nerelere götüreceğini yakından izlemiştir. Bu çerçevede, Bakü kurultayı Sivas Kongresi’nin tamamlayıcısı olmuştur. Yaz aylarında başka anayasa önerileri de meclis başkanlığına verilmiş ama devletin kurucu başkanından herhangi bir öneri gündeme gelmemiştir. Bakü Kurultayı sonrasında Mustafa Kemal kendi el yazısı ile hazırladığı Halkçılık Beyannamesini Türk devletinin ilk anayasa taslağı olarak Meclis gündemine getirmiştir. Halkçılık temeline dayanan bir ulus devletin kuruluşu için gerekli olan ana ilkeler, bu program ve ekinde yer almış Ankara’da merkezi devletin kuruluşu ile beraber yurt düzeyinde vilayetler üzerinden bir taşra örgütlenmesi yeni devletin hukuk düzeni için asli kurucu iktidar tarafından meclis gündemine sunulmuştur. Devletin ulusal egemenliğe dayanması, merkeze bağlı bir düzenli kurulması ile ülkeyi başkent merkezli olarak denetleyecek bir genel müfettişlik yapılanması, anayasa taslağında meclisin onayına sunulmuştur. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kurucu iktidarının Sivas Kongresi kararlarına dayanan devlet kuruculuğu, Halkçılık Beyannamesi doğrultusunda kabul edilen I921 anayasası ile bçimlenerek tamamlanmıştır. Osman beyin kurduğu Osmanlı devletinin bitişinden sonra yaşanan devletsizlik dönemi, böylece Atatürk’ün Türk ulusunun tam yetkili temsilcisi olarak üstlendiği asli kurucu iktidar misyonunun tamamlanmasıyla sona ermiştir. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti açısından asli kurucu iktidarlık misyonunun sahibi, Sivas Kongresi delegeleri ve bu toplantıdan seçilen Temsil heyeti ve Birinci meclis üyesi olan milletvekilleridir. Bu unsurlardan oluşan asli kurucu iktidarın ortaya koyduğu ulusal, üniter ve Ankara merkezli Türk devletinin ana yapısını sonraki dönemlerde devletin başına geçmiş olan hiçbir siyasal iktidar değiştirememiştir. Çünkü hiçbirisi asli kurucu iktidar olma hakkına ya da şansına sahip olamamıştır. Anayasa hukukun ana konularından birisi olan kurucu iktidar açısından bakıldığında, ara dönemlerde gündeme gelen ve anayasa yapan kurucu ya da danışma meclisleri de asli kurucu iktidar olamamışlardır. Sivas Kongresi kararları ile Halkçılık beyannamesi ilkeleri doğrultusunda hareket edilerek, devletin temelinde var olan ulusal, üniter ve merkezi yapıyı güçlendirilmiştir. Bir anlamda ikinci derecede yer alan tali kurucu iktidarlar, devletin ilk ana kuruluşunu tamamlayan asli kurucu iktidarın yolundan giderek, devletin temel çatısını bozmadan korumuşlardır.
Asli kurucu iktidar olan Kemalist kadro, bir anlamda Kemalist devlet ve cumhuriyet rejimi modelini geliştirerek oluşturmuştur. Bugün hala yoluna devam eden Ankara merkezli ulusal ve üniter Kemalist devlet, asli kurucu iktidarın eseridir. Bu nedenle, Atatürk ilkeleri ve Kemalizm, Türk Anayasa hukukunun temel kaynaklarını oluşturmaktadır. Anayasa hukukunun önde gelen konularından birisi olan Anayasallık bloklu çerçevesinde konu ele alındığında; uluslararası hukuk ile beraber, Türk devletinin ortaya çıkışını hazırlayan olaylar, belgeler ve asli kurucu iktidar olarak Kemalist kadronun ortaya koymuş olduğu bütün siyasal birikim, Türk anayasa hukukunun kaynağı olarak öncelikli bir biçimde anayasal konuları ve sorunları etkilemektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti asli kurucu iktidarın ortaya koyduğu devlet modeli çerçevesinde yoluna devam ettiği sürece, Atatürk ilkeleri anayasanın başlangıç kısmında yer alacak ve Atatürk devrimleri ile eserleri, gene yasal ve anayasal koruma altında sürdürülecektir. Anayasa hukukunun genel ilkeleri ve özellikle Anayasallık Bloklu anlayışı bunun böyle olması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Devletin Kemalist modeli ile Atatürk ilke ve devrimleri, Türk anayasa hukukunun temel kaynağıdır. Hem anayasa ilkeleri açısından pozitif hukuk korumasına sahiptirler, hem de Anayasallık Bloku çerçevesinde Türk anayasa hukukunun birer parçası olarak her zaman için dikkate alınmaları gerekmektedir. Uluslararası hukuk kadar hukukun genel ilkeleri ve siyasal bilimin verileri kadar da Atatürk ilke ve devrimleri, Türk anayasa hukuku ile ilgili sorunların ele alınışında ve çözüme kavuşturulmalarında temel dayanak noktalarıdır. Atatürk Cumhuriyeti devam ettiği sürece bu temel hareket noktalarını ya da kaynakları değiştirmeğe hiçbir tali kurucu iktidar ya da siyasal yönetimin değiştirme hakkı bulunmamaktadır. Bu çerçevede, asli ve tali kurucu iktidarlar arasındaki farkın iyice belirlenmesi ve anayasal cahilliğin önlenebilmesi için yeni kuşaklara anlatılması gerekmektedir. Anayasa hukukunu iyi bilen uzmanlar ve otoriteler bu konularda çok dikkatli konuşurlarken, bu konuları hiç bilmeyen siyasetçiler ya da iktisatçılar bol keseden atarak ahkâm kesebilmektedirler. Bu yüzden Türk anayasa hukuku fazlasıyla zarar görmekte ve birçok sorun değişik yönlere çekildiği için, içinden çıkılmaz bir duruma yaratılmaktadır. Türkiye’de yeni bir anayasa isteyen, küreselci, liberal, mandacı ve dinci çevrelerin anayasa hukukunun bu kısımlarını iyi bilmeleri gerekmektedir aksi takdirde yeni anayasa istekleri sürekli olarak sonuçsuz kalmağa mahkûm olacaktır. Onların istediği türden yepyeni bir anayasa asli kurucu iktidar sorunu yüzünden hiçbir zaman söz konusu olamayacaktır. Ne var ki, ikinci derecede hareket edebilecek tali kurucu iktidarlar, asli kurucu iktidarın iradesine uygun olarak bazı değişiklikleri her zaman için gündeme getirebileceklerdir. Böylece yenilenecek Türk anayasası da zaman içerisinde ortaya çıkan gereksinimlerin karşılanması açısından kendisinden beklenen misyona uygun olarak Türk devletinin omurgası ya da çatısı olarak hizmet vermeğe devam edebilecektir.
Hukuk ve devlet sistemlerinin hem teorik hem de uygulamadan gelen pratik yönleri bulunmaktadır. Hukuk sistemleri uygulanan işlemlerin bir bütünü olarak aynı zamanda bir teorik temele ve çıkış noktasına da sahip bulunmaktadır. Hukuk teorisi açısından bakıldığında, Hans Kelsen tarafından konulmuş olan Normativist pozitivizm anlayışı devlet ve hukuk arasındaki bağlantıyı teorik olarak açıklamaktadır. Bu teoriye göre; Viyana okulunun kurucusu Hans Kelsen hukuk için gerekli olan asli ve sürekli unsurları bir araya getirmeğe çalışmıştır. Hukukun saf bir düzeye gelebilmesi, için diğer alanlardan gelen çeşitli unsurlardan temizlenmesi gerekmektedir. Hukukun özünü norm olarak gören bu teoriye göre hukuk sistemi kurallardan meydana gelmektedir ve bu nedenle kuralların dışında kalan unsurların önemi ikinci derecede kalmaktadır. Hukuk bir normatif bilim olarak devlet ile ayniyet taşır ve bütünselleşir. Birer hukuki varlık olan devlet yapıları bu doğrultuda kurallardan oluşmaktadır. Devletlerin hukuk düzenleri birer hiyerarşik normlar sistemidir. Hukuk uygulayan bütün kurumların ve devlet organlarının ortaya koyduğu kurallar, devlet çatısı altında bir normlar hiyerarşisi ve sistemi oluşturmaktadır. Buna göre her norm daha üst düzeydeki normlara uygun olarak organlar ya da kurumlar tarafından konulmalıdır. Devletler birer hukuk düzeni olarak normlar hiyerarşisinden meydana gelmektedir. Bütün normlar bir üst norma tabi olduğu için en üst düzeyde bir temel norm bulunmaktadır. Bu temel norm devletin içeriğini ve çekirdek yapısını ortaya koymaktadır. Özellikle hukuk devletlerinin kurallar bütünü olması nedeniyle, bütün normların bağlı olduğu en üst düzeydeki norm olarak temel normlar devletlerin özünü oluşturduğu gibi anayasaların da temelini meydana getirmektedir. Kelsen’in saf hukuk teorisine göre devlet ve hukuk aynıdır. Bu aynılık içerisinde her ikisinin de temelinde bir büyük norm bulunmaktadır ve bu norm diğer kuralları belirli bir hiyerarşik düzen içerisinde kendisine bağlı tutmaktadır. Hukuk normları piramide benzer bir yapı içerisinde devletin çatısı altında yer almaktadırlar. Bütün hukuk sistemi, piramidin en tepesinde bulunan en genel ve soyut büyük norma bağlı bulunmaktadır. Bu en tepede yer alan büyük norm aynı zamanda daha alt düzeyde normlar yaratma yetkisine sahip olan bir oluşum olarak yön göstermektedir. Normlar hiyerarşisinde en genel ve en soyut normdan en özel ve somut normlara doğru bir geçiş söz konusudur. Temel norm hukuka dayanak noktası olurken aslında hukuk dışı bir alandan gelmektedir. Daha çok toplum içerisinde meydana gelen sosyal ve siyasal oluşumların sonucunda ortaya çıkan temel norm, devletin kuruluş aşamasında bu örgütlenmenin en tepe noktası olarak hem özünü oluşturmakta hem de hukuk sistemine kaynaklık ederek bütün diğer normlara yön göstertmektedir. Devletlerin hukuki yapılarını belirleyen anayasalar da temel norm en tepedeki genel ilke olarak diğer anayasa maddelerine kaynaklık eder ve yön gösterir. En tepede yer alan temel norma, bütün devlet kurumları ve hukuk kuralları uygun olmak zorundadır. Temel norm devletin ve siyasal rejimin özü olarak kimliğini ve yapısını belirler.
Birer hukuk sistemi olan devletlerin temelinde yer alan büyük normları genel olarak asli kurucu iktidarlar belirlemektedirler. ABD’nin bir federasyon olması, İngiltere’nin bir hanedan devleti ya da krallık yapısına sahip bulunması ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin ulusal, üniter ve merkezi bir devlet olması ilkesi bu devletler açısından birer temel normdurlar. Washington ve arkadaşları ABD’yi bir federasyon olarak kurarlarken devletin karakterini temsil eden temel normu bir asli kurucu iktidar olarak belirliyorlardı. Benzeri bir durumun, Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye Cumhuriyeti’ni kurma aşamasında asli kurucu iktidar olarak hareket ettikleri aşamada gündeme geldiği görülmektedir. Washington ve arkadaşlarının kurucu babalar olarak ortaya koydukları siyasal yapı iki yüz yılı aşkın bir süredir asli kurucu iktidardan gelen bir miras olarak nasıl devam ediyorsa, Atatürk ve arkadaşlarının ortaya koydukları ulusal, üniter ve merkezi devlet modeli ile çağdaş cumhuriyet rejiminin aynı doğrultuda devam etmesi gerekmektedir. Obama ABD başkanı olarak kurucu babaların iradesine bağlı kalacaklarını açıklarken, Türk devletini yöneten güçlerinde benzeri bir doğrultuda, Türkiye’nin kurucu babaları olan Atatürk ve arkadaşlarının kurucu iradelerine saygılı olmaları normal koşullarda beklenmektedir. O zaman her türlü anayasa değişikliği önerisinin Türk devletinin ulusal, üniter ve merkezi yapısına saygılı olması beklenmektedir. Yeryüzündeki bütün devletler kurucularının iradesiyle oluşan siyasal ve hukuki yapılarını normal koşullarda koruyarak varlıklarını sürdürmek ve geleceğe dönük olarak yaşamlarını güvence altına almak isterler. Bu açıdan, bütün devletler kendi halklarına bir sonsuzluk güvencesi vermek durumundadırlar. Avrupa ülkelerinin birçoğunun anayasa hukukunda, halkların geleceğe dönük yaşamlarını sürdürebilmeleri açısından devletler bir sonsuzluk güvencesi vermektedirler. Kendi halklarına sonsuzluk güvencesi vermek durumunda kalan devletler de sahip oldukları siyasal ya da hukuki yapının özünü ve dayandığı temel normu koruyarak hareket etmek durumundadırlar. Her devlet kuruluşundan gelen siyasal yapı ile geleceğe dönük varlığını normal koşullarda sonsuza kadar sürdürmek ister. Ne var ki ortaya çıkan siyasal gelişmeler savaşlar ve işgaller bazı küçük ve zayıf devletlerin ortadan kalkmasına neden olurlar. Ya da emperyal güçler ellerine geçirdikleri olanakları kullanarak, zayıf ve küçük devletleri tasfiye ederek daha büyük bölgesel siyasal oluşumları gündeme getirebilirler. Devletler tarihsel süreç içerisinde belirli dönemeçlere geldiklerinde başka siyasal oluşumlar ya da devlet projeleri doğrultusunda ortadan kalkmaya zorlanabilirler. Savaş ya da işgal gibi zor kullanma yöntemlerinin ötesinde bazı devletler içeriden çöküşe zorlanabilirler. O aşamada, devletin dayanağı olan temel normun anayasadan çıkartılmaya çalışıldığı ya da büyük güçlerin, emperyal devletlerin işine gelen, çıkarlarına uyan, başka bir temel normun öne çıkarılarak var olan yapının dönüşüme zorlandığı görülmektedir.
Anayasa hukukunun en önde gelen konuları olan asli kurucu iktidar olgusu, anayasallık bloku ve saf hukuk teorisi açılarından Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı anayasa sorununa bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü siyasal ve hukuki yapısını oluşturan temel norm konumundaki Atatürk’ün devlet modelinin kaldırılmak istendiği görülmektedir. Asli kurucu iktidarın ne olduğunu bilmeyen siyasal iktidarlar, tali kurucu iktidar olarak kurucu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devlet modelinin dayandığı ilkeleri ve yapıyı tümüyle kaldırmak ya da değiştirmek isteyerek ciddi anlamda bir anayasal suç işlemektedirler. Anayasa hukukları kendisini ortaya çıkaran yapılara ve kuruculara öncelikle saygılı davranmayı ve bu iradeye uygun olarak davranmayı gerekli kılmaktadır. Bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve anayasasının temel normu asli kurucu iktidarın başı olan Atatürk’ün devlet modeli, Atatürk ilke ve devrimleridir. Devletin temelinde var olan Kemalist öz, Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel normudur. Bu nedenle de ikinci derecedeki tali kurucu iktidarlar ya da hükümetler tarafından onların siyasal çıkarları ya da plânları doğrultusunda değiştirilemez. Hiçbir biçimde yapılan anayasa değişikliklerinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel normu olan Atatürk’ün devlet modeline dokunulamaz, Atatürk ilkeleri yok sayılamaz. Atatürk devrimlerini koruyan ilkelere ters düşerek bu devrimlerin zarar görmesine neden olunamaz. Türkiye Cumhuriyeti anayasasının başlangıç hükümleri ile beraber değişmez maddeleri de temel normlar olarak korunmak durumundadırlar. Anayasa hukukuna ve anayasal blok anlayışına göre temel norm olarak değişmez maddelerde yer alan ulusal, üniter, merkezi, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti modeli sonuna kadar korunmak zorunluluğu vardır. Anayasalar her zaman için kısmi değişiklikler ile parlamentolarda belirli bir uzlaşma zemininde ele alınarak değiştirilebilirler. Ne var ki, bütünüyle yepyeni bir anayasayı asli kurucu iktidar inisiyatifine karşı doğrultuda yapmak ya da anayasallık bloku çerçevesinde güvence altına alınan uluslararası hukuk, hukukun genel ilkeleri ve Atatürk ilkelerine aykırı düşecek değişikliklere gitmek anayasa hukuku açısından mümkün değildir. Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti kendilerini tarih sahnesine çıkaran asli kurucu önder Atatürk’ün eserine ve mirasına sahip çıkarak sonsuzluğa kadar varlığını koruyabilecektir. Türk devletinin temel normu bu durumu zorunlu kılmakta ve bu doğrultuda Türk ulusu ile devletine emir vererek yön göstermektedir.