Egemenler önünde eğildikçe sürüngenleşen bu isimlerin listesi son günlerde kabardıkça kabarıyor. Her isim öncekilerle çarpılarak devasa bir çöplüğün organik parçası haline geliyor! Tarifsiz bir mide bulantısına dönüşerek.
Bir zamanların şanlı liberallerinden türkücülerine, yazarlarından sinema sanatçılarına kadar genişleyen bu yelpaze, devlet ergini elinde tutanların yeni saraylarında bir ve beraber poz vermeleri emekçi kamuoyu vicdanında sayısız metaforlar oluşturuyor. Bu metaforların en isabetlilerinden biri de “majeste ve soytarıları” oluyor! Majestelerine dünya oligarklarına karşı meydan okuyan güncel kahramanlık payesi verenler mi dersiniz, sahte gözyaşlarıyla önünde diz çöküp adeta buharlaşanlar mı...
Fakat bunlardan biri var ki söz de metaforlar da adeta kifayetsiz kalıyor! Kaldığı gibi bizzat kendisinin varlığı ve ismi tarihin bundan sonraki akışında yeni bir metafor niteliği kazanıyor. Alevi ve demokrat kimliğini tepe tepe kullanan, özü sözü bir halk ozanlarından Şah Senem Ana'nın açtığı yoldan girerken ani bir virajla majestelerinin sarayına dümen kıran Yavuz Bingöl, bundan sonra “majestelerinin soytarısı” gibi tarihsel bir metaforun tahtını bile sarsacak bir yozlaşmanın adı olarak belleklerimize kazılmıştır artık.
Omurgası çok önceden erimeye başlayan Bingöl'ün gelinen noktada onu tümüyle kaybettiğini, majestelerinin yeni sarayında verilen yemeğe katılırken önündekileri ezercesine majestesine dokunmaya çalışırkenki fotoğrafıyla kanıtlamış oldu. Yılların ağır arabeskçi ağabeylerinden Orhan Gencebay ve diğerleriyle oldukça anlamlı bir kare olarak soytarılar tarihine geçmiş oldu. Bir dönemin ve bir dönemin uşaklaşma düzeyinin tartışılmaz özetiydiler adeta.
Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Onursuzluğa açılan yolun kaygan bir pist olduğunu kanıtlarcasına... Majesteleriyle yaptığı düetin iktidarın öpülecek eteğine biraz daha yaklaşmak anlamına geldiğini bilmenin mest olmuşluğuyla kendinden geçen Bingöl, o eteğe yapışmak için biraz daha ileri gitmek gerektiğini bilerek bu sefer de onun avukatlığına soyunmaya kalkıştı. Hem de bugüne kadar şu ya da bu şekilde taşıdığı o Alevilik, demokratlık kısacası ezilmişlik maskelerinin tümünü hışımla atıp çıplak bir uşaklaşmaya terfi edercesine...
Bizzat majestelerinin isteği doğrultusunda 2013 Haziran direnişinde polis tarafından katledilen 14 yaşındaki Berkin Elvan'ın annesi Gülsüm Elvan'ı miting alanında yuhalatmasının “insani bir tepki olduğunu”, çünkü o isyana kalkışanların da sokaklarda onun annesine küfrettiklerini söyleyecek kadar ileri derecede yüzsüzleşerek.
Yüzüne; zaliminin, muktedirin eteklerine yapışmış olmanın dayanılmaz iğrençliğini oturtan Yavuz Bingöl, o eteğe yapışmanın bedelinin daha önce yürüdüğü yolların üzerine bir çarpı çekmekle özdeş olmanın bilinciyle yoluna devam ediyor. Fakat iktidarın gölgesine sığınan tüm omurgasızlar gibi o da “acaba bir gün bu gölge kalkar mı?” Olasılığını düşünmeden de edemiyor. Bu nedenle olsa gerek, son açıklamalarına gelen tepkilere karşı eski kimliğinden ödünç aldığı kavramlarla konuşmaktan da vazgeçmiyor. Gülsüm Anne'nin “ellerinden öpüp” Ahmet Kaya'ya göndermeler yapan bir açıklamayla durumu kurtarmaya çalışıyor.
Ar damarı kopan bu adam, yapılan röportajın yanlış aksettirildiğini söyleyecek bir yalana bile başvurabiliyor. Onurunu kaybeden bir insanın her şeyini kaybettiği gerçeği onun şahsında bir kez daha ete kemiğe bürünürken; geriye yalan ve samimiyetsizlik dışında, bir omurgasızlaşmanın evrimsel hikâyesi kalıyor.
Yavuz Bingöl gibiler için harcadığı kelimelere acıyor insan. O ve onun gibiler söylenecekleri amorflaşmış duruşlarıyla bizzat kendileri söylüyor. Zaten tüm bu sürüngenleşmenin ödülünün majestelerinin “sanatçılarıyla” Şeb-i Aruz gecesine katılmak olduğu kısa sürede açığa çıktı.
O tüm onurunu, duruşunu bu sahnelerden kazanacağı üç kuruşa satmış bir Hızır Paşadır! Ve tüm Hızır Paşalar gibi onun artık muktedirler şahsında bile bir ağırlığı, ehemmiyeti yoktur. Değerlerini paraya tahvil edenlerin, iğrenç bir omurgasızlaşmayla hareket edenlerin onların katındaki yerleri bile “güvenilmezlikle” kodlanır, tarih bunun örnekleriyle doludur.
Zalimin gölgesine sığınmak için omurgasını adeta aldırtan bu isimlere son sözü hayatın kendisi zaten söyleyecektir. Ona Gülsüm Anne'nin verdiği yanıt kâfidir, fazlası hak etmediği kadar önemsemektir.