Tasavvuf ve tarikatlara bakış açısı nasıl olmalıdır? Gördüğüm kadarıyla bu konuda da ifrat ve tefrite varan yaklaşımlar var.
Haftalık Diriliş dergisinin 7. Döneminde (1988 – 1992) Üstad Sezai Karakoç’un hatıralarının bir kısmı yayınladı. Tasavvuf ve tarikatlardan da bahsettiği bazı bölümleri yararlı olduğuna inandığım için aktarma gereği duydum.
“…Yine, İhsan (Babalı)'nın yazıhanesinde, zamanın tanınmış şeyhlerinden Sami Efendi'yi gördüm bir kaç defa. Altı yedi kişi kadar olan yakınlarıyla beraber. Sami Efendi benim gördüğümde çok yaşlı ve çok zayıftı. Çok yavaş konuşuyordu. Aynı masanın etrafında oturduğumuz halde söylediklerini duyamıyordum. Arkadaşlar: «yaklaş, yaklaş» diyorlardı. Kendileri kulaklarını nerdeyse Sami Efendi'nin ağzına yakın bir mesafeye götürmüşlerdi. Büyük sevgi ve saygıları sebebiyle tek kelimesini kaçırmak istemiyorlardı onun. Ancak, benim bunu yapmam mümkün değildi. Fakat anlattıklarından, şöyle böyle, Halid İbni Velid'in menakıbinden bir şeyler söylediğini çıkardım. Nitekim sonra İhsan Bey, Halid İbni Velid hakkında bir kitabını bastırdı Cağaloğlu Yayınevi adını verdiği kendi yayınları arasında. Başka kitapları da çıktı Sami Efendi'nin, Hz. Yusuf’la ilgili kitabı gibi. Kendisini uzaktan bir iki defa da Erenköy’de Zihni Paşa camiine ve Bostancı'da bir camie girerken gördüm. Şeyh Esat Efendi'nin Mektubatında da ismi geçtiğine göre, silsileden gelen bir şeyhti. Ancak dediğim gibi benim gördüğümde sözleri güçlükle duyulacak ve anlaşılacak derecede çok zayıf ve yaşlı idi.
O yaz, bir gün, henüz öğrenci olan ve Diriliş'te hikâyeleri çıkan bir gençle, Gülhane Parkı’na çay içmeğe gitmiştik. Parka gittiğimizde, biraz ilerde, Fethi Gemuhluoğlu'nun, bir zatın yanında, mübalağalı denecek derecede çok saygılı bir şekilde —yanlarında da birçok kişi vardı— yürüdüğünü gördüm. Sonra onlar ağaçlar altındaki kahvede uzun bir masaya oturdular. Biz de başka bir masaya oturduk. Biraz sonra Gemuhluoğlu yanımıza geldi: «gelin, gelin» dedi. Bizi yanlarına çağırdı. Gittik. Ben o zatı Gemuhluoğlu'nun kayınpederi sanmıştım. Yanlarına gidince, Gemuhluoğlu bize: «elini öpün» diye fısıldadı. Biz de elini öptük. Yaşlıca bir zâttı. Bir memur emeklisi görüntüsü içindeydi. Uzun masanın başında oturuyordu. Birçok kişi de masaya sıralanmıştı. Çevrede de çocuklarıyla gelmiş birçok aile vardı. Bazı kadınlar, çok küçük çocuklarını o zâta getiriyorlardı. O da alıp seviyor, tekrar kendilerine iade ediyordu. Gemuhluoğlu bizi o zâta takdim etti. Biz de masada oturduk. O zât pek konuşmuyordu. Ve zaten çocuklarını getiren kadınların adeta işgalinde olduğundan, konuşması da pek mümkün değildi. Bir ara, Fethi Gemuhluoğlu o zata: «Efendi Hazretleri, hakkında ne buyurursunuz?» diye beni işaret ederek sordu. Çevredeki ilgiden, kadınların çocuklarını ileri sürmelerinden, Gemuhluoğlu'nun sorusundan o zâtın bir şeyh olduğunu çıkardık. Şeyh cevap vermekte acele etmedi. Zaten ortamda pek sohbet yapacak bir durumda değildi. Ancak Gemuhluoğlu ısrar edip sorusunu bir kaç kere tekrarladı. O zaman şeyh, dişleri arasında pek anlaşılmayan bir takım sesler ve sözlerle kendi kendine mırıldanır gibi bir şeyler söyledi. Bütün dikkatimle dinlediğim halde, bu sözlerin birçoğu bana anlamsız sözler gibi geldi. Yalnız birçok anlamsız söz ve ses kırıntıları içinde, bana anlamlı gibi gelen kelimeler de vardı. Bunu bir müzik âletini çalmaya başlarken yapılan nağme aramalarına benzetmiştim gayri İhtiyari. Sanki asıl söylenecek kelimeyi bulmak için, sesler ve sözler geçit yapıyordu ağzında şeyhin. Tabiidir ki, ben Gemuhluoğlu'nun ısrarını doğru bulmamıştım. Çünkü o zâtla daha yeni tanışmıştık. Benim için ne söyleyebilirdi? Ama Gemuhluoğlu, mistik bir davranışla, adeta tanımayı şart görmeden sorusunu yöneltiyordu. Buna mani de olamazdınız, Çünkü mizacı böyleydi. Şeyhin kendi ağzında söz ve ses dizilerini tertiplemesi uzun bir süre aldı. Ben anlamlı olarak gördüğüm kelimeleri kafamda yanyana getirdiğimde: «mağlup görünür, fakat her zaman galiptir» cümlesi oluştu. Kendi kendime herhalde ben böyle yakıştırma yaptım diye düşündüm. Şeyhin böyle söylediğinden kuşkuluydum. Biraz, sonra kalkıp izin istedik. Parkın kapısından çıkmıştık ki, Gemuhluoğlu'nun, arkamızdan koşa koşa geldiğini gördük. Yanımıza geldiğinde memnun ve heyecanlı idi. «Senin için ne dedi, anladın mı?» diye heyecanla sordu. Ben, güç bela çıkardığım cümleyi söylersem, Gemuhluoğlu da öyle söyledi diye onaylarsa, yine de kuşkumun gitmeyeceğini bildiğimden: «ben bir şeyler anladım ama onu doğru anlayıp anlamadığımı bilmiyorum. Sen ne anladın, söyle» dedim. O zaman Gemuhluoğlu son derece memnun: «senin için,'mağlup görünür, fakat her zaman galiptir' dedi» diye cevap verdi. O zaman yanlış duymadığımı anladım. Gerçekten ben de ayni şekilde anlamıştım sözleri. Bu sözün hayatıma uygulandığında, uyan bir tarafı vardır. Genellikle, imkânlarımın zayıflığı sebebiyle, yaptıklarım gözle görülür elle tutulur bir şekilde herkesçe kabul edilmez. Olaylara sathî bakan nice kişi savaşımımda genellikle bir seri başarısızlık ve yenilgi görmüş gibi olurlar. Görünüm hep aleyhimedir. Ama uzun vadeli düşünülünce, edebiyat alanında, fikir ve ideal alanında çalışmalarımın boşa gitmediğini, bütün olumsuz şartlara rağmen yeni nesillerce yeterince olmasa da bir dereceye kadar benimsendiğini söyleyebilirim. «Her zaman galiptir» sözünü, nefsimizi okşadiğı için bir garanti, bir senet gibi kabul edemesek de, ümidimizi ve şevkimizi kamçılayan bir teşvik, doğrultuyu gösteren bir eğilim olarak görmemizde bir sakınca olmasa gerek.
Aradığı bir gerçeği, bu tarzda bulmaya çalışmasını acaba, ta kamlar, baksılar, ozanlar devrinden kalma yaşayan bir gelenek miydi diye düşünmüştüm o şeyhin.
Sonradan ayni zatı gerek Gülhane Parkı'nda, gerek Kapalıçarşı'daki Şark Kahvesi'nde çok kez gördüm. Sanırım yazları pazartesi ve perşembe günleri Gülhane Parkı'na geliyor ve sevenleriyle görüşüyordu. Şark Kahvesi'nde de bir köşede arkadaşlarıyla oturup sohbet ediyordu. Vefat ettiği zaman çok yaşlı olduğunu ve halveti şeyhlerinden bulunduğunu, nisbetinin Amiş Efendi’ye çıktığını yazılanlardan okudum. İsmi Mustafa Efendi'ydi.
Zamanın meşhur şeyhlerinden Mehmet Efendi'yle de görüşüp görüşmediğim, söz gelmişken, sorulabilir. Çocukluğumuzda tarikatlar yasak ve her türlü tekke faaliyeti suç olduğundan bir takım tekkelerde böyle bir eğitim görmüş olmamız söz konusu olamazdı. Toplumda bazı kişilere şeyh deniyordu. Ancak onlar da adeta gözaltındayımış gibi en ufak bir harekette bulunamıyorlardı. Savaş yıllarında bazı evlerde gizli yapılan bir iki zikir toplantısında bulunmuştum. Ancak bunu bir tarikata girip uzun süre onun formasyonunu alma şeklinde kabul etmeye imkân yoktur. Çok partili düzene geçtikten sonra, gayri resmî olarak şurda burda tarikatların etkileri duyuldu. Bilhassa oy potansiyeli açısından Doğu'da bağlıları bulunan şeyhlerin nüfuzu hissedildi. Fakültede okuduğum yıllar ve daha sonrasında bu durumu gözlemledim. Tarikatların, geçmişte, dinin manevi cephesinin oluşmasında müminlerin inanç, iç âlem ve ahlâklarının yücelmesinde büyük etkileri olduğuna, islâm medeniyet ve toplumunun derinliği ve genişliği, zenginliğinde rollerinin çok büyük olduğuna inanıyorum. Ancak son dönemlerde, tüm kurumlar gibi, tekkeler, bir takım bozulma, yozlaşma, ya da en azından zayıflama, küçülme, etkinliklerini yitirme durumuna düşmüşlerdi. Osmanlı Devletinin yıkılışından sonra da büsbütün sahipsiz kalmışlar ya da ıslah edileceklerine, yok edilmeye çalışılmışlardır. Gerçi büsbütün yok olmamışlardır. Yeraltından akan sular gibi kendi yataklarında akıp gitmişlerdir. Gizli gizli de olsa toplumun manevi cephesinin büsbütün ölmemesi için görev yapmaya çalışmışlardır. Ancak bunu yaparken yetersizlik, imkânsızlık ve kimi zaman da samimiyetsizlerin istismarı gibi durumlar şüphesiz görüImüştür. Tarikat, insanın insanla ilişkisinde belki en nazik konudur. Müridin şeyhe teslimiyeti sözkoııusu olduğundan, şeyh, insan-ı kâmil olmadığı takdirde, ona bağlanan insan için büyük risk vardır. Bu risk, tarikatın kökten yıkılması ve ortadan kaldırılmasını gerektirmez elbet. Ama gerek kişilerin ve gerek toplumun bu konuda son derece dikkatli olması şarttır. 20. Yüzyılda da toplumumuz henüz bu sorunu çözebilmiş değildir. Mevzuata göre tüm tarikatlar kapalı ve yasaktır. Ama tarihî-sosyolojik bir gerçeklik olarak ve çok partili düzenin getirdiği şartlar içinde kendilerine göre bir ortaya çıkış şekli aradıkları da inkâr edilemez. Osmanlılar devrinde, tümü devletin denetimi ve yardımı altında kendi kurallarına göre işleyen kurumlardı tarikatlar. Bunların özünü ve ruhunu kaybetmeksizin, yani manevi ekoller olarak nesillerin formasyonunda görev almaları belki en doğrusuydu. Ancak Cumhuriyetin birinci döneminde bu kurumların iyileştirilmesi ve yenileştirilmesi değil de, tüm ortadan kaldırılması ve yerine de yeni hiç bir şeyin konmaması yolu tutulduğundan bugün yetişen nesillerin çoğu büyük bir manevi boşluk içindedir. Cumhuriyetin ikinci döneminde, yani partili düzene geçişten sonraki dönemde îslâma bakış bir dereceye kadar değişmiş, imam hatip okulları, ilahiyat fakülteleri açılmış, cami yaptırma, Kur'an kursları açma gibi faaliyetlerin görülmesine ses çıkarılmamış ve fiilen de tarikatların biraz belirmesine göz yumulmuş olmasına rağmen, nesillerin manevi boşluğunun giderilmiş olduğu iddia edilemez. Çöküntü o kadar büyük olmuştur ki, bu tür ıslah hareketleri yeterli olmamıştır. Toplumun her alanında, derinlemesine, birbirine bağlı, bir sistem içinde yeni bir diriliş akımı başlayıp topyekün bir değişime ulaşılmadıkça; eskiden kalma ya da yeni hiç bir kurumun parça parça yapacaklarından tüm toplumun kurtuluşunu gerçekleştirme beklenemez.
Evet, tarikatları inkâr etmiyorum. Hatta teorik olarak mutlak surette lüzumuna kaniim. Ama pratikte, bugünkü durumlarıyla başka hiç bir çalışmaya lüzum olmadan yeni nesilleri gerekli formasyona kavuşturur denilecek bir durumlarının olmadığını da söyleyebilirim. Eski büyüklere sonsuz sevgi ve saygım var. İslâmı sadece fıkıh bilginleriyle kaim görmek yanlış olur. Muhyiddin-i Arabi, Mevlâna ve diğer bütün tarikat büyüklerini İslâm Medeniyeti'nin kurucuları arasından çıkartırsanız, onu ruhundan mahrum etmiş olursunuz. Tarikatları inkâr edenler, îslâmı kısırlaştırmış, kurutmuş şekillerden ibaret bir sisteme indirgemiş olurlar. Som zahircilik ve som bâtıncılık islâmın kabul etmediği aşırılıklardır. Şeriat-tarikat, zahir-batın, iç-dış birbiriyle kaynaşmış, birbirinden kopmaz ve ayrılmaz yüzleridir dinin islâmda. Ayrım, sadece, bilimde, dini daha iyi kavramak için, teorik olarak yapılan bir ayrımdır. Yaşantıda bir ayrım yoktur. Dinin manevi âlem cephesini inkâr edenler, sonunda dünyaperestliğe ve materyalizme düşerler. Tersine, şeriatı, dinin toplum ve kişi için koyduğu yaşantı kurallarını inkâr edenler de, sonunda benlikçiliğin tuzağına düşerler. Şeytan, onları yüce kavramları kullanarak avlamış olur. En alçakgönüllü olunması ve Allah önünde faniliğe erilmesi gereken noktada, dinin kural dünyası inkâr edilirse, işler tam tersine döner; kişi farkında olmadan kendi benini putlaştırır. Bu yüzden dinin hem dış hem iç cephesi, altın oranda ve dengede, birbirine kaynaşmış bir şekilde insan ruhuna yerleşmelidir ki, o kişi, tam müslüman, tam insan olsun. Ancak bugün pratikte bunun sağlanması her kişi için son derece çetrefil bir hal almıştır. Bu sebeple herkes mümkün olduğu ölçüde kendini iç ve dış bakımdan yetiştirmeye çalışmalıdır. Kitaplar başlıca kaynaktır. Sadece kitapların yüce ruh oluşumu için yeterli olmayacağı da bir gerçek. Bu yüzden insanlar, büyüklerden de, çok dikkatli olmak şartıyla yararlanmalıdırlar. Sevgi ve saygı gereklidir. Ancak mübalağa edilmemelidir. Hele, «benim şeyhim, senin şeyhin», «benim tarikatım, senin tarikatın», «benim cemaatim, senin cemaatin» ayrım ve kavgaları, cehaletten başka bir şey değildir. Geçmiş zamanlardaki büyük şeyhler, bilginler, şeyh ve bilgin deyince kendilerini değil, başkalarını gösterirlerdi. Gerçekten, insanı her bakımdan kemale erdirecek bir şeyhe raslamak bir genç için zamanımızda çok büyük bir talih sayılır. Başkalarının sözüne bakıp, ölçmeden biçmeden, hemen gidip şeyh denen bir kişiye kapılanmayı da doğru bulmam. Bize anlatılanlar doğruysa, bazı kimseler için «hiç bir şey yapmayın, şeyhin eteğine sarılın» demelerini de doğru bulmam. Bazı yetenekli gençler, daha yetişme çağında iken, bazı cemaatlerin içinde, bu tür yasaklar yüzünden eriyip gittiler. Bir mahalle imamı olacak kişiyi, siz, bir şehrin imamı, bir şehrin imamı olacak kişiyi, bir ülkenin imamı olarak ilân ederseniz, bu mübalağa fayda değil, zarar getirir. Hele bir mahalle imamı olamayacak kişiyi, ümmetin imamı, ufak bir zümrenin şeyhi olamayacak kişiyi de kutup olarak ilân ederseniz hakikatlerin ne kadar tersyüz edildiğini gören gözler acı içinde müşahede eder.
Bu düşünceleri taşıdığım ve bu kanaatte olduğum için, hiç bir kimseyi itham etmeksizin, idealimizi ve inancımızı kendi çapında yaymaya bugünün metotları içinde çalıştım ve mümkün olduğu, ölçüde bu tür çalışanlarla birlikte oldum. Kişisel bir kötülüğüne şahit olmadığım, fakat özellikleri mensuplarınca mübalağa edildiğine kani bulunduğum kişilere de, ilişki kurmamakla birlikte, saygımı, sevgimi, korumaya çalıştım ve hüsn-ü zanda bulunmaya devam ettim.
Tarikat guruplarının içine girmedim. Girenlerle arkadaşlığım oldu. Rasladıklarımla iyi ilişkiler kurmaya çalıştım.
Daha sonraları tarikat dışı, fakat adeta tarikatlarmış gibi görünen cemaatler oluştu. Bunların da, dar cemaat görüşünü benimsemedim. Benim görüşüme göre, müslümanlar tek millet, tek ümmet, tek cemaattir. Kişilerin, tarikatları veya bir takım özel toplulukları olursa, bunları taassup derecesinde mübalağalı bir ayrım sebebi yapmayı ve diğer cemaat ve tarikatta olanları küçük görmeyi ya da kendi cemaatinde olmayanları itham etmeyi, tasvip etmedim ve etmem. Bu yüzden bu tür cemaatlere ve tarikat guruplarına girmedim. Bu yüzdendir ki, zamanın tanınmış şeyhleriyle, yukarda anlattığım şekilde biraz da tesadüfi olarak raslaşmalar hariç, bir ilişkiye girmedim. Mehmet Efendi'nin imamlık yaptığı İskender Paşa Camiinde arkadaşlarla bir gece yatsı namazı kılıp imam efendiyle de musafaha ettikse de, bu zatın Mehmet Efendi olup olmadığını şimdi bile bilmiyorum. Ve başka bir zaman da başka bir yerde kendisiyle karşılaşmadım.”
(Sezai Karakoç, Hatıralar, Diriliş dergisi, 1990, Sayı: 111-112)