Kamu emekçilerinin sendikal hak ve özgürlüklerinin “yasal güvenceye” aldığı yılların hemen sonrasında sendika üye, işyeri temsilcileri ve yöneticileri bir dizi sendika içi eğitim çalışmasına tabi tutulmuştu.
       Aşağıdaki nakledeceğim fıkrayı böylesi çalışmalardan birinde “sendika eğitim uzmanının” sınıf sendikacılığı bilincinden uzak, örgütlenme çalışmalarını “pazarlama” diline indirgeyen sunumundan sonra bu ne anlatıyor gibilerinden bizleri seminere katılmamız için “ikna” eden ve o dönem şube başkanımız olan Doğan Kayacan öğretmene sorgulayan gözlerle baktık. Doğan Başkan ince bir gülümseyişle söz alarak “sendika eğitim uzmanına” teşekkür ettikten sonra “ sözlerime bir fıkra ile başlamak isterim” diyerek konuşmasına başladı.
      “Anadolu’muzun 1200’lü yılları tekkelerin, zaviyelerin, pirlerin mürşitlerin, erenlerin ve dahi evliyaların bol olduğu dönemlermiş. İşte bu dönemlerde karnını doyurmak, uğrak verdiği yerlerde saygıyla kabul görmek için derviş kılığında gezen kurnaz tiplere de bolca rastlanırmış. Böylesi türedi dervişlerden biri aç susuz bozkırın Ağustos sıcağında kendini bir tekkenin serin taş havlusuna atmış. Etrafına bakınca Pir’in baş sedirde minderinde oturduğunu, mürşit ve dervişlerinin hilal biçiminde etrafında diz bükerek sohbet ettiklerini görmüş. Gidip en uca selam verip, destur isteyerek diz büküp oturmuş. Mürşit ve Dervişler sırayla dini meseller anlatıp Pir’den ya onay alıyor yâda eksik veya yanlışları varsa doğrusunu dinliyorlarmış.
      Bizim türedi Derviş sıra kendine gelince akşam yemeğini hak etmek ve birazda huzurda bulunanlara hava olsun diye: “Pirim!” demiş. Hani bir peygamber vardı ya! Onu, amcaları kaçırıp, havuza atmışlardı. Sonra onu, oradan, eşkıyalar alıp götürmüştü… O, Musa peygamber miydi? Yoksa Yunus Peygamber miydi? Diye çokbilmiş bir şekilde Pir’e bir de soru yöneltivermiş. Tüm Mürşitler, Dervişler huzurda bulunanlar dinledikleri meselden kafaları karışık bu sonradan gelen derviş de ne anlatıyor der gibi Pir’lerinin gözüne bakmaya başlamışlar. Pir şöyle bir düşünmüş… “Yahu (demiş), ben bunun neresini düzelteyim! Bir kere o, ne Musa ne de Yunus, anlattığın meselde geçen peygamber Yusuf Peygamberdir bir. Ona, amcaları değil; kardeşleri tuzak kurmuştu iki. Sonra onu havuza değil kuyuya atmışlardı üç. Onu, eşkıyalar değil; oradan geçen bir kervan bulup almış götürmüştü dört sen başka mesel anlatma beş.” Demiş.
      Doğan Başkan “fıkradaki Pir misali ben eğitim uzmanı arkadaşın hangi anlattığını düzelteyim. Sınıf bilincinden kopuk bir, örgütün üye, işyeri temsilcisi ve yöneticilerinin gerisinde bir donanıma sahip iki, misafirimizdir üçü ve dört ü es geçiyorum lakin bir daha böyle bir sunumla eğitim çalışması yapmasın beş” diyerek “sendika eğitim uzmanını” deyim yerindeyse ters köşe yapıp, gereksiz tartışmalarında önünü keserek yöneticilikteki deneyimini gösteri vermişti.
      Yılar, yıllar sonra benim katıldığım bir şube başkanlar kurulu toplantısında “illerde sendikal eğitim çalışmalarının planlanması” gündemini de içeren konuşmalar yapılırken kürsü kullanma sıram gelenince gündemin diğer konularını bitirdikten sonra illerde eğitim çalışmaları bölümünde bu anımı ve fıkrayı anlatarak konuşmamı “eğitim uzmanı arkadaşları belirlerken ve görevlendirirken daha seçici olalım” diyerek bitirdim. Salonu görmeliydiniz alkış ve kahkaha seslerinden çınlıyordu.
      Cumartesi yazımızın ikinci bölümümde de tebessüm etmeye devam etmek için sosyal adalet konulu güzel bir kurgulanmış fıkrayla devam edelim. Turgut Özal’ın Başbakan olduğu yıllarda ülkemiz iş adamları dünyanın dört bir yanına “ihracat” yapmak ve “iş” bitirmek için seyahat üzerine seyahat yapıp o ülke senin, bu ülke benim demeden dur duraksız gezerlermiş.
      Bu çok gezen iş adamlarımızdan birinin yolu Güney Afrika ya düşmesin mi? Düşmüş! Her şey umduğundan daha başarılı ve çabuk gelişmiş. Sözleşme bile imzalanmış. Dönüşüne tam bir gün var. Büyük Sinemalardan birinin önünden geçerken dikkatini “Ghandi” filmi çekiyor. Hani şu bol Oscar’lı uzun film. Hemen taksiden iniyor ve doğru gişenin önündeki kuyruğa giriyor. İnsanlar tuhaf,  tuhaf bakıyorlar genç işadamına: 
- Beyefendi, siz yabancısınız galiba - Evet, nereden anladınız? - Burada beyazlar kuyruğa girmezler, onlar doğrudan şuradaki gişeye gider biletlerini oradan alırlar. Adam biraz mahcup, tüm kuyruğu geçip gider ve beyazlar için özel olan gişenin önüne gelir.-İyi günler efendim, bir bilet rica ediyorum, arkadan ve orta koltuklardan lütfen. Der. Gişedeki kız şaşkın: - Beyefendi, siz yabancısınız galiba? Der. İş adamımız şaşkınlıkla - Evet, nereden anladınız? Diye sorar. - Burada beyazlar, salonda değil, balkonda otururlar.- Peki bir balkon lütfen. Der ve biletini alıp yerine oturur. İş adamımız balkonda filmi seyretmeye başlar başlamasına da filim uzun, filim arası ne zaman belli değil ve bizimkinin dehşet çişi gelmiştir. Etraf karanlık, herkes filmi izliyor, dayanamaz ve ayağa kalkmaya karar verir. Tam kalkacak, yandaki sorar: - Nereye Beyefendi? - Hiiç... Tuvalete gitmem lazım.. - Beyefendi, siz yabancısınız galiba? - Evet, ama nereden anladınız? - Burada beyazlar, tuvalete gitmez ki, balkondan aşağı işeyiverirler. İşadamımız şaşkın, tek güvendiği etraftaki karanlık. Balkonun korkuluklarına dayanır ve başlar çişini yapmaya, aşağıdan bir zenci en davudi sesiyle seslenir: - Heeey sen yabancısın galiba...!!! İşadamımız iyiden iyiye şakın, karanlıkta ve sadece çişinden tanındığı için ürkmüş bir vaziyette... Aşağıdaki aynı davudi tonda konuşmaya devam eder:
 -İnsan sadece birinin kafasına işemez ki, şöyle bir serpiştirir. Bu memlekette sosyal adalet diye bir şey var!...
     Yaşamın tüm anlarında gülmeniz ümidiyle sağlıcakla kalın, hoşça kalın.