Bir zamanlar “ülküdaşlık karındaşlıktan daha ileri seviyede bir akrabalıktır” diyerek vefayı da diğergamlığı da yüreklerin en derin nağmelerinde yaşardık. O günler öyle günlerdi ki açlık, yokluk veya sefalet bizi hiç etkilemez, hatta bize şekil verirdi her çile. Öyle şeyler yaşardık ki; bizim dışımızdakiler, bırak yaşamayı hayal bile edemezlerdi hayatımızdaki halleri. Hele hayallerimizi duyanların dudakları uçuklar, imrenme ile şaşkınlık arası bir ahvale bürünürlerdi…
Ne zaman ki top yekun insanlıkta vefanın yerini günlük beklentiler, diğergamlığın yerini menfaat duyguları aldı, işte o zaman Büyük insanın zamanında tespit ettiği Bizans’tan kalma hastalığın “bizden” dediğimiz bünyeyi de sardığına şahit olmaya başladık.
Öyle bir bulaştı ki bu hastalık tepeden tırnağa bir cüzam şirretliği ile, dolandı bütün dostları(!). Ve dost(!)lar… Hayat gailesinin içinde, meşru dairenin dışında yeni dostlar edinmeye başladılar. Gözyaşları ile besledikleri ülküdaşlık hukukunu çok çabuk terk ettiler küçücük çıkarlar uğruna… Kimi büyük büyük iş adamı oldu ve ilk işi ruhunu kandırdığı pınara ihanet etmek oldu. Bazısı bürokrat oldu ve “Bir zamanlar biz de sizin gittiğiniz yollardan gitmiştik” dediler. Kimi de üniversitelerde hoca oldu. Ama geçmişini çizdi bir çırpıda. Çünkü atlama taşı olarak kullandığı azgın sulardan selamete çıkabilmişti beklentisiz dostları sayesinde…
Bunları bir nebze anlamaya çalışıyorum. Demek ki Orhun’un kaynağını anlayamamış, Yesevi’nin ilhamını kavrayamamışlar.
Ama…
Anlayamadığım, “ben” çılgınlığında olanlar.
Anlayamadığım “İlle de benim dediğim” sergüzeştliği içindekiler.
Anlayamadığım, birbirimizden hoşgörüyü esirgeyip de yedi dağ yabancıya şirin görünme sevdası…
Anlayamadığım, “bir şeyler oldum” divaneliği ile palazlanma toyluğunun verdiği küstahlığa bürünenler ve imanımızın gereğini değil de teşkil ettiği makamın gücünü kullanmaya kalkanlar…
Anlayamadığım, milletimizin felaketini felaketi; saadetini saadeti gören bir yapının milletimizden ve onun değerlerinden bihaber hali…
Anlayamadım, rüyalarımızın, hayallerimizin barındırdığı ufkun yeniden diriltilmesi gerektiğinin görülememesi…
Anlayamadığım, kılıçların gölgesinde insanlık için saadet sofrası kuran ecdadımızın mirasını sunmaya talip olan bir hareket devşirme bir ruh ile mi hançerlenmek isteniyor?
Acaba diyorum, şu anda başka sularda yüzenler de böyle mi başladılar ki fitne odununa kibrit çakmaya… Veya küçücük beklentiler için (bir birimden diğerine geçmek, birilerine şirin görünerek yalaka kültürüne ram olmak, hiç çalmadığı kapılara aile ziyaretleri düzenleyip dostların kapısından beri durmak, birileri ile görünmek için aynı karede yer alma taklaları atmak vs. vs.) şahsiyet zaafı mı yaşanıyor?
Neyse, bir dokundum yüreğimin bam teline; bin ah işittim o telin nağmelerinde… En iyisi “ey dost ne gelirse gelsin senden, başım gözüm üstüne” demek olsa gerek. Ülkü adlı yare.
VE DE!... yeniden hatırlamak ve hayatımıza tatbik etmek bazı değerleri.
Eğer bunu sistematik bir yapıya büründürmek gerekirse şöyle ifade edebiliriz:
1. Ülküdaşlık hukukuna halel getirecek tavır, tutum ve söylemlerden uzak durmalıyız. Çünkü “ülküdaşlık karındaşlıktan daha ileri seviyede bir akrabalıktır.
2.
3. Ülkücüler birbirini karşılıksız bir sevgi ile sevmelidir. Çünkü iki cihan güneşi buyuruyor ki “ İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olmazsınız.
4. Ülkücüler, Türk milliyetçileri birleşmek zorundadır. Çünkü Rasulullah (SAV) buyuruyor ki “Birlikte rahmet ayrılıkta azap vardır.”
Eğer ki bu üç umde top yekün camia tarafından ilke edinilip hayata tatbik edilirse umut ederim ki ülküde birlik ülkede birliğe vesile olacaktır.