l) AKP ve medya ve anket şirketleri öyle sert bir baskı oluşturdu ki Türkiye halkı daha seçim yapılmadan yüzde elli AKP üstünlüğünü normal görmeye kabul etmeye çoktan başladı.
En muhalifler dahi AKP’yi yüzde 45’lerin altında göstermeye çekiniyor.
Üstelik en muhalif yazarlar dahi ‘yanılma’ korkusu yüzünden çıt çıkaramıyor, yanılın kardeşim, ölüm mü var sonunda, şurada seçime birkaç gün kaldı, bu üç günü hiç değilse zihniniz özgür yaşasın, rahat olun, AKP’nin beyinlerimizde yarattığı betonarme ‘algı’nın esiri olmayın, tabii ki insanız tabii ki hislerimiz tahminlerimiz tutmayabilir, ne var bunda, niçin çekiniyor içinizden geldiği gibi konuşamıyorsunuz.
İşte benim tahminlerim, AKP: yüzde 33, 34, 35, 36 BANDINDA.
CHP: yüzde 26, 27, 28, 29 BANDINDA.
MHP: yüzde 16, 17, 18, 19 BANDINDA.
BDP: yüzde 6, 7 BANDINDA.
Güçbirliği bağımsızları: yüzde 2, 2,5 BANDINDA.
Diğer bağımsızlar: yüzde 1, 1,5 BANDINDA.
Oh be. Rahat ettim. Siz de rahat olun.
Hiçbir seçim arefesinde bu denli ağır AKP baskısı görmemiştim, eskilerin deyimidir, dişi timsah Nil’den başını çıkartmaya korkuyor Arap düzer diye…
2) AKP tek başına iktidar olursa ne yaparım sorusuna cevap, ilk gençlik yıllarından beri yaşadığım bütün ağır travmalarda ne yaptıysam onu yaparım, yürüme yayan şehirlerarası karayoluna vururum kendimi üç saat beş saat, içimden bir ses tamam diyene kadar…
DEMOKRASİ SADECE SANDIK DEĞİLDİR
3) Türkiye sağının mucizesi ve efsanevi başarısı muhaliflerine ve Türkiye halkına ‘demokrasinin’ sadece ‘sandık’ olduğuna inandırmasıdır. Demokrasi sadece sandık değildir. Sandık Türkiye sağının tek güçlü olduğu yerdir. Demokrasi, sivil kurumlarıyla örgütleriyle protestolarıyla sokağıyla yaşanır. Ve CHP bir sandık yenilgisi daha alırsa, artık ‘sandığa’ odaklanmaktan nihayet kurtulup sivil örgütlerin eylemleriyle yeni bir Demokrasi Arayışı’nın inşallah öncüsü olur. Sadece şunu düşünün, tütün işçileri grevine üç-beş bin kişi ancak destek verdi, oysa sivil kurumlar tütün işçilerine yüz binleriyle orada o meydanda güç verseydi, çok şey başka türlü olurdu…
Sandığı demokrasinin her şeyi ve tek şeyi yapan Menderes ve Demirel’in siyasetleridir ve Tayyip sadece bu büyük mirası sürdürüyor. Ve böylece ister istemez tüm alanlarda sandığa odaklı bir siyasi dil inşa ediliyor. Yani sloganvari, yani belaltı skandallar, yani ağır suçlamalar, çünkü geniş kitlelerin ilgisi ancak bu ‘şoklar’la çekilebilir… Ve mezhep ve etnik kavgaların zıvanadan çıkması da sandığa odaklı kurulmuş sert dilin ürünüdür, unutmayın.
Sandığa odaklı dil demek, ayaktakımının kontrolsüz heyecanlarını kışkırtan dil demektir. Üstelik ülkemizde ‘ayaktakımını’ temsil eden ‘ayaktakımı’ dili kullanan geniş bir ekran ve medya çapulcu yazar ordusu çoktan kuruldu.
Oysa ‘sandık’ demokrasi teorisinde demokrasinin en zayıf yanı ‘demokrasinin kamburudur’, çünkü aldatılmaya kandırılmaya manipüleye en yatkın kesimler her ülkede çoğunluktadır, sivil ve örgütlü ve eğitimli insanların ve kurumların gücü sokaktır, grevdir, mitingdir, medyadır, kültür kurumlarıdır.
Eskiler çok iyi bilir, kamburun sırtı yere değmez, bu yüzden kamburunu patlatmak ya da kamburdaki irini başka türlü deşip boşaltmak gerekir, ya da er meydanında yere bir çukur kazıp kamburu orada yere sermek lazım.
PKK SİYASİ DİLİNİ KİMLERE KABUL ETTİRDİ?
4) Sandıkta hiçbir zaman kazanamayacağını bilen BDP yani etnik siyasi parti sivil kurumları ve medyayı akıl almaz çalışkanlıkla yönetmeyi ve gündemini dayatmayı başarıyor. Mesela PKK siyasi dilini, NTV’ye Radikal Gazetesine, Ekşi Sözlük’e kabul ettirdi. Şöyle: Türk-Kürt tamlaması kavramı yanlıştır, doğrusu Çerkes- Kürt, Laz-Kürt, Türkmen-Kürt. gibi olmalı. Çünkü Bulgar da Türk’tür Macar da. Türkiye’de Türk etnik değil siyasi bir kavramdır, mesela sadece Ordu Giresun Trabzon şeridinde bir milyonu aşkın Çepni yaşamakta, Türkiye’nin her yanında bu etnik çeşitlilik var. Etnik tanım başka ‘siyasal’ tanım başkadır, siz Türk-Kürt karşıtlığını kitlelere öğretirseniz, peşinden PKK’lı Kürtler de Türkler’in sahip olduğu hakları istiyorum der, oysa doğrusu, Kürtler de Çepniler gibi Çerkesler gibi ayrım gayrım yapılmayan eşit haklar istiyor, şeklinde söylenmesi doğrudur.
Bir çok yazar kişisel zaaflarından bir çok yazar sosyoloji siyaset bilimi yetersizliğinden bir çok yazar popülist ve moda olmuş kavramları sorumsuzca hiç korkmadan kullanmasından ve bir çok yazar da geçmişteki ideolojik dogmalarından ve bir çok yazar da dost arkadaş çevresinin yanılgılarına ortak olmaktan dolayı artık Türk-Kürt diye absürd tanım herkese kabul ettirildi.
PKK’NIN ASIL BAŞARISI
PKK’nın asıl başarısı terörde ve dağda değil tersine yazarlar ve medya vasıtasıyla yüzlerce gazeteci ve yazara Türk-Kürt gibi bir karşıtlığı kabul ettirmesidir, gün itibariyle bir medya ve köşe yazılarını tarayın peynir ekmek gibi yüzlerce Türk-Kürt kelimelerini karşı karşıya bulacaksınız. Sen istediğin kadar Türk-Kürt yazanlar iç savaşın da sorumlusudur diye yaz, geniş bir sanatçı ve yazar kitlesine bastıra bastıra, zorlaya zorlaya, tekrar tekrar bu karşıtlık kabul ettirilmiştir.
Buradan çıkartılacak ders, siz de sosyal eşitliği hakları bireysel sigortaları bölgesel dengesizlikleri fırsat eşitliğini haksızlıkları hırsızlıkları grevle sivil kurumla medyayla meydanla sokakla bastıra bastıra herkese kabul ettirip, gündemin ilk sırasına yerleştirecek bir büyük sosyal gücü harekete geçirecek çalışmaların içinde olacaksınız.
DÜNYA GÜZELİ İNSAN… METİN LOKUMCU
5) Hopa’da dünya güzeli Metin Lokumcu’yu öldürdüler, başbakan, adını bile anmaya değmez dedi, biz daha ne diyelim, bu kavgaya girdiğimiz günden beri değişmeyen kader lafımızı söyleyelim: ‘omuzdan kesilmiş kolumuz bizim’.
Lokumcu’nun haberlerde dönüp duran birkaç kare fotoğrafına iyi bakın, bizim kuşağın çalışıp çabalayıp hapisler yatıp öğrenip tartışıp bütün birikimiyle ortaya çıkarabildiği insan türü, işte bu kadar: dozunda isyankar, duyarlı, partili, biraz ağabey, yasakçı olmayan bir öğretmen, suyuna çevresine estetiğine mimarisine toprağına horonuna sahip çıkan, kemiğe dayanırsa sırf gençlerin heyecanına ortak olmak için kenardan polise taş atan.
Bizim kuşağın insan gücü işte bu, büyülenecek karizmatik bir tarafı yok ve tabii ağa paşa değil kul köle hiç değil, lüks sevmez, öfkeli konuşur, anti-emperyalist, cehaletten iğrenen, arkadaşlarıyla birkaç türkü söylemeyi hayatın en büyük devrimci zevki bilen.
Ve hepimizde sanki çok büyük bir utançmış gibi gizlediğimiz ağır hasarlar: kimimiz saçı erken dökmüş, kimimiz böbreğini kimimiz tüm dişlerini çürütmüş, kimimiz çay parası ödeyemediğini çaktırmaz, hepimiz dernekte partide otuz yıllık arkadaşlarıyla kavgalı, kimimizi kira derdinden eşi bile terk etmiş ama hepsi kayıtsız şartsız anti-emperyalist.
Ve hiç biri hayatlarında tek bir gün AKP ve sağ partilerin pastırmalık kart öküzlerinden olmadı. Ve baştan aşağı hepsi yaşadıkları her an sağcı partilerin seçmenlerinin sırtına taktığı eşek palanlarıyla dalgasını geçti.
6) Kaç kez söyledik iktidara, meydanlarda fazla kaynatma bulguru, şişer şişer sığmaz tencereye, sığmaz sokaklara, sığmaz Karadeniz’e… Dört beş yıl önce şehit cenazelerini dahi yasaklamışlardı şimdi miting öncesi Trabzon’da Trabzonspor forması giymeyi dahi yasakladılar. Ağızlarına tıkaç diye dolma basılmış gazeteciler…
Sizin yatacak yeriniz var mı?
Buza suya yazdıkları demokrasi özgürlük laflarına utanmaz medyanın balonlarıyla basıp bal gibi iktidara yürüyorlar. Eskiden at eşek gibi hayvanların buz üstünde gitmesi için çengelli nal takılırdı, ABD, büyük sermaye, nalını çengelli takmış, buzda da yürürler karda da, kanda da yürürler adını dahi anmadan cesetlerin üstünde de.
Ah bizi hapislere tıkıp işkencelere atanlar nerdesiniz, Süruri’nin mi lafıydı, ABD’nin sipariş sünnetçisi biraz derin mi kesti, hepinizin husyesi suratlarımızdan da mahzun sarkıyor şimdi.
Bilemezsiniz nerden alevlenir siyasetin ateşi, sen elinde mikrofon boş boş bol kepçeden naralar atarsın, duvarlarda eski tüfekler kendiliğinden patlamaya başlar ne oldu anlayamazsın.
Çok kusturdular bizi çok nezarethanelerde, inşallah gün gelir siz de kusarsınız tavuskuyruğu renginde oturduğunuz sıcacık kucaklara…
İranlı’nın eski hikâyesidir, Acem yine sallayıp atıyormuş, bizim Eyran’da (İran’da) kuş avına topla kılıçla çıkılır…
Topun kılıcın avla ne işi var?
- Emmisin (hepsini) bırakır elle tutarlar, demiş…
Dört bin polisle panzerlerle gaz bombalarıyla girdiler bıldırcın memleketi Hopa’ya, emmisin bırakıp, gece vakti evlerden tek tek elle tuttular Lokumcu’nun arkadaşlarını.
CUMA VAKTİNİ DEĞİŞTİREN TEK ADAM… ERDOĞAN
Oysa ne kadar samimi bir muhalefetle konuşuyordu Karadenizliler, bir yakınımı aradım, Erdoğan geliyor, dedim. Gazeteden okumuş küplere biniyor. Erdoğan Cuma’ya yetişememiş Cuma’yı onbeş dakika geciktirip bekletmiş. İslam kurulduğundan bugüne Cuma vaktini değiştiren tek adam diye eleştiriyor… Sonra, ‘Erdoğan’a söyleyeceğim cumayı onbeş dakika ileri aldırdın yemek saatini de onbeş dakika ertele uzat da görelim.’
Cemaatin işadamlarının köylerden parayla otobüslerle taşıdıkları kadınlar bilmez mi, Erdoğan’ın tek derdi: yiyek keşkegümüzü sürek eşeğümüzü.
Trabzon meydanına taa Giresun’un köylerinden otobüslerden taşınan kadınlar, bu kadınlar hangi dinin mensubudur, hangi dünya insanı olur, ne yer ne içerler, bu kadınlar niye böyle kolay taşınır bu kadar zahmetsiz meydanlara doldurulur…
TOKİ başkanı Trabzon adayı, mahalleme geldi, büfeciye, ne kadar dondurma var, üçyüz külah, dağıt hepsini, kaç porsiyon dönerin var, yüz porsiyon, dağıt hepsini, ne kadar var, şu kadar, dağıt hepsini.
Hesap, beş milyar, al.
Seçim çalışması işte bu. Dağıt, ver, al… Kasetler sorulmuş başkana. ‘siz zina sevmezsiniz ama bu kasetler zina kasetleri, milletin ar - hayâ duyguları sayenizde rencide olmuyor mu?’
BİNALAR VE ZİNALAR…
‘Biz bina yaptık’ demiş ve bu lafıyla zokayı yemiş TOKİ başkanı, ‘binalarla zinalar çoğalınca kıyamet kopacak diyen siz değil miydiniz’ diye yapıştırmış lafı…
Bu masum muhalefet tartışmasını dahi kaldıramayan bir iktidar, taa Atatürk döneminde bunlar değil miydi köylülere ‘Mustafa Kemal’in askerleri potinlerini ekmekle siliyor’ diye propaganda yapan, ne değişti?
Hala Erdoğan meydanlarda yalanlarını iğne deliğinden geçirmeye çalışıyor, artık iğneden develer geçmese de olur, biraz geç uyanmadı mı solcu arkadaşlar, yetmez ama evet demediler mi? Hepimizin boynunda hâkimler kurulundan domuz bağı… Evetçi hâkimler de oturmuş nasıl tufaya getirilip kandırıldıklarının kitabını yazmışlar, kusura bakmasınlar okumayacağım, bir hukuk mezunu bir hâkim bir savcı bu kadar aleni bir kuşatmayı önceden göremez, olup bitenleri önceden sezemez ve sonra bizi kandırıp düzdüler Türkiye’nin hukukunu yargısını ele geçirdiler diye iş işten geçtikten sonra zırlamaya başlarsa… ne diyelim, fazla bekletilmiş çorba ekşiyip çöpe dökülür, hepinizin canı cehenneme.
Bunlar da unutuldu, Hizbullah domuz bağıyla öldürdüklerini bir de kameraya almıştı ve genelkurmay o zamanlarda domuz bağıyla boğulup öldürülenlerin kasetlerini gazetecilere göstermişti, gazetecilerin kimi kustu, kimi salondan kaçtı ve bu gazetecilerden hiçbiri gördükleri dehşet sahnelerinin korkunçluktan dolayı bir tek kelime yazamadılar.
Neydi gördükleri, domuz bağı birden boynu sıkıp öldürmüyor, yavaş yavaş sıkılıyor demir tel, ve insan evladının kurbanlık koyunun kesilme anında çıkarttığı hırıltılar, ve biraz sonra hırıltı ağızdan değil gırtlağın yarılmış ağzından fışkıran kanla çıkıyor, yarılmış gırtlaktan fışkıran kanla birlikte boğuk cızırtılı sesler fışkırıyor… Bu sahneyi on sene kadar önce gördükten sonra bugün hala depresyon tedavisi gören gazeteci arkadaşlarımız var.
Bizim bir seçim umudumuz yok, arkadaşlarımız içerde, işte Oda TV’den yedi kişinin ve nicesinin yolunu bekliyoruz. Bu domuz bağı yavaş yavaş herkesin boynunu sırasıyla sıkıp kesecek. Allah göstermesin temennileri çok eskilerde kaldı, gösteriyor işte…
Süleyman Çelebi mevlidin bir yerinde der, aşk ile insan bir kere Allah dese bütün günahları sonbahar yaprakları gibi dökülür. Kandırılmışlar, sonradan uyanmışlar, zokayı yiyip yeni ayılmış bütün geç kalanlar, kitap yazmayı bırakın artık, tek bir şansınız var, o da Allah’ın affıdır, kalpten bir Allah deyin bütün işbirlikçi günahlarınız dökülsün, bizim artık duadan başka gücümüz takatimiz kalmadı…
7) İnsan böyle zamanlarda ahrette hesap verir gibi konuşurken buluyor kendini, biz de okuyucularımıza bir Z raporu geçelim, arkadaşlarımız içeri alındığında hayatımda ilk defa ‘kısa yazılar’ yazmaya başladım. Çünkü karnımı yazdıklarımın kitap olmasıyla kazanıyorum, kısa yazıları maddi faydası olmadığı için hiçbir zaman sevmedim, hayat işte, ODA TV boşalmıştı, araya girip günlük yazılar yazmalıydım.
İşte bu kısa yazılarım bir kitap hacmine geldi. Tüm yazarlık hayatımın en sert yazıları olmuş.
İkinci görevim konuşmaktı, TV programlarımı dişlerimin kendiliğinden döküldüğü hafta hariç aksatmadım. Bir kültür sanat edebiyat tarih şovu gibi her biri yüzer dakika tutan onlarca program yaptım. Bu programlara çok çalıştım, hemen her gün kitaplar okuyup notlar çıkarttım ve eğlenceli hale getirip geniş kitlelere ulaştırmak için binbir zeki inceliklerle süsledim. Bu yüzden davetlere toplantılara katılamadım çok çok özür dilerim.
Çanak anten ve teledünya denilen sistemle yine de büyük şehir merkezleri olmasa da Anadolu’da milyonlarca insana ulaştı. Kırşehir’in Yozgat’ın dahi en ücra ilçelerinde çok büyük ilgi gördüm. Sebebi basit, baştan çıkarıcı hikayelerle süsledim ve insanların tuvalete dahi kalkıp gözlerini ayıramayacağı geçişlerle kesintisiz bir şov gibi düzenledim. İşte arşivlerde duruyor, sizlere on-onbeş sene avans veriyorum bu programlarından özellikle son elli tanesinden tek birini bakalım bizlere yasak koyanlar yapabilecek mi?
Bazen yumuşak bazen sert ve çoğu zaman alaycı eleştirilerle, yaşadığımız acımasız zalim günlerin gerçek bir fotoğrafını yazılarıma ve konuşmalarıma kimseyle kan davası gütmeden ve edebi endişeleri asla ihmal etmeden giydirmeye çalıştım… Ancak gördüğüm acımasız yasaklar ve ambargolar yüzünden daha geniş kitlelere ulaştıramadım, ne yapayım. Digitürk’te yayın için bir yüz bin dolar dahi bulacak bir TV’miz olmadı.
Bu kadardı gücüm, bağışlayın. Bir dere kenarında çürük bir ceviz bulup gömdüm toprağa, bir çınar büyür ya da tutmaz bu fidan ya da izleyenler takdir sunar, bilemem.
Oysa ekranlarda abur cubur mide kaldırmayan yüzlerce program, her s.çtıkları b.kta lale açtığını sanan siyasiler ekranlarda.
8) Süleyman Nazif, Diyarbakırlıdır, İngilizler’in İstanbul işgalinde çok sert Kara Gün yazısını yazarak tarihe geçmiştir, Malta’da sürgündeyken ‘burada bir falcı kadın var, ayağının altına kimin adını yazsa başına bir felaket gelir’, ‘O kadını biz de bulalım, ayağının altına İngiltere yazalım’, demiş.
Medyada bir yeni ayaktakımı yazar türedi, ayaklarının altına kimin adını yazsalar Silivri’yi boyladı. Hatırlayın İstanbul’da ABD elçiliğine saldırı olduğu gün bu polis yazarlardan biri beni bu saldırıdan sorumlu tuttu ve Nihat Genç El Kaide’nin Türkiye sorumlusu, dedi. En son arkadaşımız Serdar Akinan’ın adını yazdılar, şuraya bakın, telefonlarımız dinleniyor hadi dinlensin ancak yine alakasız bir şey uydururlar diye çok sevdiğimiz arkadaşımıza bir telefon açıp geçmiş olsun ya da yanındayız Serdar dahi diyemiyoruz. Her birimiz içerde dışarıda artık ayrı bir hücrede yaşıyoruz, neydi o türkü, hangi gurbette ölmüş helvası da gelmez, her biri arkadaşlarımızın.
Çamaşır makinesi olmadığı günlerde ev kadınları söylerdi, fazla suya vurma fazla çitileme boyasın çıkar, derdi. Bu hukuksuzlukları rezillikleri suya vuracak çitileyecek boyasını çıkartacak tek adam kaldı mı topraklarımızda.
Geçtiğimiz yıllar içinde tahmin edemeyeceğiniz kadar çok TV programına katılma çağrısı aldım, ama hepsi karşıma şu her akşam ekranda dalaşanlardan birini koymak şartını koştu. İstiyorlar ki ben de kitapsız esersiz şahsiyetsiz birinin karşısına geçip ağız dalaşı yapayım ya da çok sevdikleri türden çük dokuşturalım.. Bize uygun düşündükleri ‘format’ bu.
Ekrana çıkıp bu adamlarla kavga edeceğim ve programcı Ali Kırca’sından Mehmet Ali Birand’ına ya da şu yılan yumurtası kafalı kadın bizi dövüştürüp mutlu olacak.
Ya da niye pamuklara sarıp kolladıkları yazarlara değil laf etmek, karşılarına dalaştıracak birini koymak cesaretini hiçbir zaman bulamadılar. Bize verdikleri değer bu, çıkmak istiyorsan işte sana Vakit’tin Taraf’tan şu yazar buyur söz söyleme hürriyetine, yani Roma’nın asilzadeleri olur kendileri, bizleri çakallar farelerle dolu arenaya atıp topluca eğlenecekler işte buna fikir demokrasi özgürlüğü ya da bize de ‘söz hakkı’ vermiş olacaklarmış. mış.
Üzülmeyin bu tuzak programlara bizleri layık görüp davet edenlere lafımı hiç esirgemedim, çok istiyorsanız çük tokuşturmak Orhan Pamuklarınızı Elif Şafaklarınızı çıkartın cümlesini yüzlerine karşı söyledim.
Yeni açılmış bir TV kanalının patronu program başına beş bin on bin dolar gibi hatta parayı düşünme gibi bir teklifle telefon açtı, cevabım şu oldu: ana avrat küfrettiğim adamların programına çıkmam…
O programlara çıkanları da üzülerek utanarak gördünüz, kör kediler gibi o kanala bu kanala koşuşturdular ama bir fare tutamadılar, sabahlara kadar süren bu ‘bok deşme’ programlarında.
9) Son programımda anlattım, 1908’de meşrutiyet ilanında Bayburtlular artık hürriyet geldi deyip birbirlerinin öküzünü koyununu malını alıp kaçırmaya başlamış. Kaymakam bir tellal çıkartıp, hürriyet bu değil, hürriyeti yanlış anladınız. Hürriyet demek, istibdat rejimi vardı, istibdat ateşi söndü hürriyet geldi.
Ve tellal aynen şöyle sesleniyor Bayburtlular’a: Poh Yemeyin Bayburtlular, onun bunun malını çalmak hürriyet değildir, poh yemeyin.
Poh yemeyin AKP’liler poh yemeyin medya, Türk-Kürt demek hürriyet değildir, hırsızlık yapmak hürriyet değildir, sevmediklerinizin içeri tıkılmasını seyretmek hürriyet değildir, poh yemeyin…
Bir de program arkadaşım sordu, Tayyip’in meydanlardaki konuşmasını. Tayyip ne derse desin ekranlarda izleyenler möööö diyor dedim.
Ne demek mööö?
Dede cem’e başlamış, yavaş yavaş Ali ya hu. dozunda kararında gidiyor. Ancak biri birden aşka gelip vecd içinde Ali Ali diye kendini havalara atıp çırpınmaya başlamış.
Dede de bu kadar erken vecde girmesine şaşırmış ama ceme devam etmiş.
Bu sefer arkasında başkası adam kendini ya Ali diye havalara attıkça mööö mööö diye bağırmaya başlamış, dede cemi kesip sormuş.
-Yahu, arkadaş erken havaya girdi anladık ta sen niye mööö diyorsun.
-Ben demiş bu arkadaşa geçen hafta çaldığı ineği hatırlatıyorum.
Tayyip ne derse desin ekran başındakiler Tayyip’e mööö diyor…
Ah benim Müslüman kardeşlerim, İngiliz’i gitti ABD’si geldi hiçbir şey değişmedi, ülkemize saldıkları köpek aynı köpek, dünya demokrasi teknoloji hayat değişti, köpekler değişmedi…
- - - - - -