Söz konusu belgede 4 temel politika ile büyüme ve istihdam kapasitesi yüksek yedi sektöre ilişkin 40 hedef, 57 politika ve 205 tedbir ortaya konulduğunu açıklayan Çalışma Bakanı, 7 sektörde çalışmalar yapılarak 2023’e kadar her yıl 10 bin bilişim uzmanı yetiştirilmesi, finans sektöründe istihdam artışı, inşaat sektöründe mesleki yeterlilik şartı ve sağlık sektöründeki istihdam sayısının 2023’e kadar iki katına çıkarılmasını amaçladıklarını belirtiyor. Böylelikle UİS’in “işsizlikle mücadelede ve istihdamı arttırma” da önemli bir çalışma olduğu iddia ediliyor.
Söz konusu belgedeki 4 ana unsuru yakından incelediğimizde: Eğitim-istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi, işgücü piyasasında güvence ve esnekliğin sağlanması, özel politika gerektiren grupların istihdamının artırılması, genç işsizlik oranının genel işsizlik oranına yaklaştırılması. Başlıklarını taşıdığını görüyoruz.
Daha geniş ayrıntılarını yakın zamanda kamuoyuyla paylaşacaklarını belirten Çelik’in “işsizlikle mücadele ve istihdamın artırılması” doğrultusunda hazırlandığını iddia ettiği bu projenin işçi ve emekçilerden ziyade sermaye sınıfına “müjdelenen” bir yeni yıl hediyesi olduğu gayet açıktır. Zira UİS’in, sermaye sınıfının yıllardır “katı” iş gücü piyasasının, “esnekleştirilmesine” yönelik taleplerinin karşılanması yönünde hazırlanan, işçi ve emekçilere dönük ağır ve kapsamlı saldırılar içeren bir paket program olduğu herkesçe biliniyor.
İş gücü piyasalarının “esnekleştirilmesinin” özü; sermaye sınıfının işçi ve emekçileri istediği zamanda istediği koşullarda çalıştırıp istemediği zamanda işten çıkartabilmesi demektir. Bunun koşullarının yaratılması için de başta işten çıkartmayı kolaylaştıracak önlemlerin alınmasından esnekliğe ve bu anlamıyla patronlara avantaj sağlayan çalışma sözleşmelerinin yaygınlaştırılmasına, taşeronluk uygulamalarına, ücretleri minimize edip kar oranlarını maksimuma çıkartılmasından, sermeyenin istediği anda istediği oranda kalifiye ucuz işgücüne sahip olmasına dönük uygulamalar hayata geçirilmek isteniyor. Kısacası kapitalizmin işçi ve emekçilere sunabildiği en büyük özgürlüğün; “modern köleliğin” bile altında kalan “ortaçağ köleliliği” olduğu bilinmelidir.
Ülkemiz egemenlerini bu hedefe taşıyacak UİS’in biz işçi ve emekçilerden tepki almaması için kamuoyunda öne çıkarılmayan temel başlıkları ise şunlardan oluşuyor;
1) Kıdem tazminatı hakkının fona devir yoluyla gaspı,
2) Özel İstihdam Büroları’na geçici iş ilişkisi kurma yetkisi vererek, işçinin işgücünü satma “özgürlüğünün” ticaret konusu haline getirilmesi, böylelikle bu büroların kölelik bürolarına çevrilmesi,
3) Deneme süresinin uzatılarak, asgari ücret yaş sınırının 18’e yükseltilmesi, böylelikle genç işçilerin sömürüsünün arttırılması,
4) Taşeronlaşmayı kolaylaştıracak düzenlemelerin hayata geçirilmesi,
5) Bölgesel asgari ücret uygulaması ile bölgelerarası rekabetin işçi sınıfının ücretlerini aşağıya çekecek şekilde yeniden ele alınması,
6) Sürekli gelir getiren düzgün iş olanaklarını ortadan kaldırarak yeni çalışma biçimlerinin yasalaştırılması.
Buradan da görüleceği üzere UİS, çalışma koşularının kuralsız, keyfi sömürü ve tamamen “güvencesizlik” temelinde yeniden düzenlenmesine yönelik AK Partisinin “entegre” projesinden başka bir şey değildir. Üstelik “Sendikalar ve Topu İş İlişkileri Yasası” gibi bu entegre projenin bir dizi “enstrümanı” da bir yandan pey der pey devreye sokuluyor. Bu sayede emekçi sınıfı sermaye sınıfı karşında örgütsüz, sınıf bilincinden yoksun bırakılmış, kendi içinde “atomize” ve hiçbir direnme gücü kalmamış bir hale getirilmek isteniyor.
Tüm bu gerçeklikler ortadayken UİS’in “işsizlikle mücadele ve istihdamı artırma” amaçlı bir proje olduğu iddiasını, iktidarın işçi ve emekçilere, toplumun çeşitli kesimlerine yönelik hazırlamış olduğu her yeni saldırı girişimini “reform” olarak sunma yüzsüzlüğünün bir örneği saymak gerekir. Zira bir yandan işçi ve emekçilerin geriye kalan son kazanılmış hakkı olan kıdem tazminatı kaldırılırken, taşeronlaştırma yaygınlaştırılırken, kiralık işçi uygulaması başlatılırken ve de esnek üretim biçimleri çoğaltılıp temel çalışma biçimi haline dönüştürülürken nasıl olur da işgücü piyasasında “güvenceden” söz edilebilir?
Bu olsa, olsa tüm bu saldırıları özetleyen “iş gücü piyasasında esnekliğin sağlanılması” hedefini “güvence” sosuna bulayarak işçi sınıfına yutturma kurnazlığının bir ürünü olabilir ancak. Elbette biz emekçiler siyasal iktidarın bu ucuz hesaplarına kanacak değildiz. Fakat şu da bir gerçektir ki bugün bu saldırı yasasını artık daha kolayından dillendirebiliyorlarsa ve daha fazlasına cüret edebiliyorlarsa bunun kendisi işçi sınıfının ve emekçilerin bu saldırılar karşısında yeterli bir tepkiyi ortaya koyamamasından ileri geliyor.
Öyle ki son yıllarda sınıfa dönük peş peşe saldırı yasaları hayata geçerken buna karşı merkezi bir direnişin örgütlenmesi noktasında yapılanlar son derece sınırlı kalmıştır. Bugün aynı saldırılar dünya çapında gerçekleşen genel grevler, boykotlar, işgal eylemleri vb. ile yanıtlanırken ülkemiz işçi ve emekçilerinin verdiği tepkinin hiç de yeterli olmadığını üzülerek belirtmek isterim. Dahası siyasal iktidarımız Davos ve benzeri platformlarda bu durumu Avrupalı emperyalistlere bir “övünç” kaynağı olarak sunarak adeta ülkemiz işçi ve emekçilerinin onuruyla alay ediyorlar.
Şüphesiz bu durumun sorumluluğu her şeyden önce sınıfın örgütlü kesimleri ve toplumda onun sözcülüğüne soyunanlar üzerindedir. Zira işçi ve emekçiler gerek sendikal örgütlülük mücadelesiyle gerekse de ücret ve hak gasplarına karşı sürdürmüş oldukları mevzi mücadeleleriyle direnme gücünü ve isteğini çok net göstermiştir. Ancak sendikalara hâkim olan bürokratik anlayış ve bu anlayışın temsilcileri, emekçi sınıfın mücadele potansiyelini siyasal iktidarın kapsamlı saldırıları karşısında birleşik, dişe diş bir militan mücadele hattına örgütleme, seferber etme duruşu içerisinde olamadıklarını görüyoruz.
Bu durum da gösteriyor ki sorumluluk bir kez daha başta biz sınıf sendikacı kadrolar olmak üzere ilerici, demokrat, yurtsever tüm emekçilerin omuzlarına düşüyor