“…
            Bu dünyada olup bitenlerin
            Olup bitmemiş olması için
            Ne yapıyorsun
            …”
            (Sezai Karakoç, Gün Doğmadan)

            Geleceği bilmek Allah’a mahsustur. Ancak, insanlar da Allah’ın verdiği ilhamlarla, tarih bilgisi ve sahip oldukları yoğun kültürel birikimlerle gelecek hakkında tahminlerde bulunabilirler. Başta peygamberler olmak üzere, veliler, âlimler, şairler ve düşünürlerin tespitleri ve gelecek için tahminleri bizim için ve toplumlar için önemlidir. Bir ayette: “Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş kimseleri yüksek derecelere çıkarır…” (1)   Peygamber efendimiz de: “Bildikleriyle amel edene bilmedikleri öğretilir.” (2), “Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” (3) vb. sözleri de ne demek istediğimizi sanırım açıklamaya yeter.

            Geleceğin bilinmesiyle ilgili zaman zaman kehanet haberleri ortaya atılır. Nostradamus ve Kassandra vb. kehanetlerinden söz edilir. 1990’lı yıllarda da gazetelerde haber olan kehanetlere göre İstanbul’un yanacağı, İran’ın Türkiye’ye saldıracağı ve Trabzon’u alacağı gazetelerde haber olur. Sezai Karakoç bu tür haberlerin amacının Türkiye’nin parçalanması ve İran’la savaştırılması için algı oluşturmaya yönelik olduğunu belirterek şunları söyler:"…Nostradamus kehanetleri hep uydurmadır. Gerçek olan, çok rumuzlu olmak şartıyla Muhyiddin-i Arabi'nin öngörüleridir. Anka-i Muğrib, Anka-i Meşrik gibi eserlerinde geleceği remzlerle anlatmış. Ama onu çözümlemek son derece güç." (4)

            Şair, yazar ve çağımızın büyük düşünürlerinden Sezai Karakoç’un yazılarında ve konuşmalarında büyük hikmetler, gelecekte karşılaşacağımız olaylar hakkında gerekli yorumlar ve tahminler vardır. Ama maalesef bu yorumların birçoğuna zamanında gereken önem verilmemiş ve gerekli tedbirler alınmamıştır. Sezai Karakoç’un, gerçekleştiğine şahit olduğumuz, birçoğu kamuoyuna da yansıyan öngörülerinden bazıları şunlardır: Komünizm, kapitalizm vb. sistemlerin çökeceği, İslam ülkeleri arasında işbirliği ve İslam dünyasının geleceği, Avrupa Birliği’nin geleceği, Bağdat’ın işgali, Libya’nın işgali, iki Almanya’nın birleşmesi, 90’lı yıllarda faaliyet gösteren büyük partilerin geleceklerinin olmadığı, Nevruz Bayramı, Suriye meselesi, çözüm süreci, çeşitli cemaat ve tarikat gruplarının içine girmeyişi, onlara ait gazete, dergi vb. yayınlarda yazmaması ve televizyonlara çıkmayışı, Ayasofya konusu, Çin tehlikesi vb.

            Şimdi, her biri uzun makale ve hatta tez konusu olabilecek bu konularla ilgili Üstadın yazılarından ve konuşmalarından yola çıkarak bazı hatırlatmalarda bulunmaya çalışalım.

             Sezai Karakoç eserlerinde komünizm, kapitalizm vb. sistemlerin insan fıtratına aykırı zulüm sistemleri olduğunu belirtir ve günün birinde çökeceklerini söyler. Bunlardan komünizmin, Rusya, Doğu Avrupa vb. dünyanın birçok yerinde çöktüğüne tanık olduk. Kapitalizm ise halen devam ediyor olsa da onun da geleceğinin olmadığını söyleyebiliriz. Sezai Karakoç bu sistemlerin çıkmaz bir yol olduğunu ve alternatifini de 1967 yılında yazdığı bir makalede şöyle açıklıyor:“Her yol denendi çağda. Ve hepsinin çıkmaz olduğu anlaşıldı. Nazizm, kapitalizm, komünizm, insanlığa mutluluk değil, felâket getirdiler. Şimdi tek yol kaldı çağımızda denenmedik. O da İslâmdır ki eskiden denenmişti. Ve deneyen insanlık bölümü gerçekten iki dünya mutluluğuna ermişti.” (5)

             Sezai Karakoç’un en çok üzerinde durduğu konulardan biri, İslam ülkelerinin birlikte hareket etmesi ve İslam dünyasının geleceğidir. Küçük devletlerin gelecek yıllarda varlığını koruyamayacağını, var olmak için büyük devlet olmak gerektiğini, teknolojik olarak gelişmenin ve nükleer silaha sahip olmanın da şart olduğunu belirtmektedir. Bunun için de İslam ülkelerinin birlikte hareket etmesinin ve işbirliği yapmasının kaçınılmaz olduğunu söylemektedir. Bu birlikteliğin nasıl olabileceğine dair 1974 yılında yazdığı “Parçadan Bütüne” başlıklı yazısında şunları söylüyor:
            “İlkin bir takım bölge federasyonlarına gitmek, sonra bu federasyonları bir konfederasyon veya pakt halinde bir araya getirmek, ufukta gözüken tehlikeye karşı alınacak ilk tedbirdir.
            Mısır, Libya, Tunus, Fas, Cezayir’den meydana gelen Kuzey Afrika İslam Federasyonu, Nijerya ve civarındaki Müslüman ülkelerden meydana gelen Batı Afrika İslam Federasyonu, Türkiye, Suriye, Irak’tan meydana gelen Dicle-Fırat İslam Federasyonu, Filipinleri de kurtarıp içine almak suretiyle Endonezya, Malezya, Pakistan ve Afganistan’dan meydana gelen Güney Asya İslam federasyonu gibi bölge federasyonları kurmak artık kaçınılmaz bir savunma zarureti olmuştur.” (6)
            Bu federasyonlara Türkî Cumhuriyetleri’nin niçin dâhil olmadığı sorulabilir. Bu yazının yazıldığı yıllarda bu ülkeler, Rusya’nın boyunduruğu altındadır ve böyle bir seçenekleri yoktur. Bugün için Azerbaycan, Özbekistan, Türkistan, Kırgızistan, Kazakistan vb. Orta Asya İslam Federasyonu’nu kurabilirler. Üstad, İslam ülkeleri arasındaki birlikteliği sağlamanın çok zor olduğunu ama var olmak için ve geleceğe güvenli bir şekilde çıkmak için bunun şart olduğunu belirtiyor.
            Yine yıllar önce yazdığı başka bir yazıda da Irak’ın, petrolü nedeniyle büyük bir zenginlik üzerinde oturduğunu, bu zenginliği mevcut devlet yapısıyla ve gücüyle koruyamayacağını, dolaysıyla etrafındaki ülkelerle iş birliği yapmasının şart olduğunu belirtiyor.
            Sezai Karakoç, 1990’lı yıllarda yazdığı yazıda da İslam dünyasının genel bir değerlendirmesini yaparak şunları söylüyor: “İslam ülkeleri içinde, en umutlu ve en umutsuz, en umut veren ve en umut vermeyen ülke ise Türkiye. Bir yandan ekonomik bir canlılık gösteren, askeri bir güç ifade eden ülke, öte yandan, yazısını, kültürünü yitirmiş, batılılaşmayı en sığ taklit düzeyinde deneyip duran, hep çıkmazdan çıkmaza saplanan, geçmişini ciddi bir şekilde yeniden ele almaya girişmeyen, yanaşmayan, tek hakiki varlık gücü olan İslâmı, en basit ilkel bir idrakten öte bir kavrayışla gündeme getirmeyen, basını, bürokrasisi ve aydın kitlesiyle halkından kopmuş ülke.
            Anlaşılıyor ki, İslam âleminin kaderi, Türkiye’deki kördüğümün çözülmesine bağlı. Sır, Türkiye kaderinde gizli.” (7)

            Bazı devlet adamlarımızın ve aydınlarımızın Batılılaşma düşüncesi Tanzimat’a kadar dayanır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması gerektiği ve bunun için yoğun çalışmaların yapılması da uzun yıllar önce başlar. Bu anlayış günümüzde de devam etmektedir. Üstad bu konuyla da ilgili farklı düşünceler ortaya koyarak şunları söylüyor: “...İşte, bu yüzden, istikbalimizi Avrupa’da aramak bir macera olacaktır. Avrupa’nın geleceğinin ne olacağı belli değil. İki defa savaşmış bu insanlar, üçüncü kez, birbiriyle kapışmayacaklar mı? Yarın, Almanya’ya, diğerleri, hepsi boyun mu eğecek? Devlet adamlarımız geleceği gören kişiler olsalar, bu Avrupa birliği fikrine bu kadar bel bağlamazlar, Varsa yoksa Avrupa’ya bir kapağı atarsak kurtuluruz fikri, çok yanlış, batıl bir fikirdir. Koruyan kuvvet, ancak, kendimizde ve kendimizden olursa, bu bize bir güvence teşkil eder. Kimse sana yar olmaz. Tarih buna şahittir. Herkes kendi gücüyle, kudret ve kuvvetiyle yaşar. Hiçbir zaman başkasına dayanarak ayakta duramazsınız…” (8)
            Son yıllarda İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılması, diğer üye ülkelerden bazılarının da farklı arayışlara girmesi Sezai Karakoç’un düşüncelerinin haklılığını ve onun ileri görüşlülüğünü ortaya koymaktadır.

            Üstad, birçok yazısında ve şiirlerinde İslam ülkelerine ve İslam medeniyetinin şehirlerine yönelik tehlikeyi yukarıda da belirtildiği gibi yıllar önce haber veriyor. Örneğin, 1967 yılında Kudüs’ün işgal edilmesi sebebiyle yazdığı “Kudüs Acısı” başlıklı yazısında şunları söylüyor: “…Bugün Kudüs gitti. Allah korusun, yarın gözleri Şam’dadır, sonra Bağdat’ta, Mekke’de, İstanbul’dadır. Tarihimizin en kritik dönemlerinden birini yaşıyoruz. Var olmak veya yok olmak dönemindeyiz.” (9)
            “Alınyazısı Saati” isimli şiirinde de şunları söylüyor:
            “Her zerrede ölen benim
              Ölen Bağdat benim
                 …
              Neden anlamadın bütün bunları sen
              Ey Bağdat’ın altın anahtarını küle çeviren
                  …
              Bir nar gibi koparılan Şam
              Yabancı ellerce gerçek dalından
              Güneşten ayırıp götürülen geceye
              Renginden ruhundan anısından soyulan” (10)

            Sezai Karakoç, 1990’lı yıllarda Irak’ın Kuveyt’i işgali sebebiyle başta ABD ve Avrupa ülkelerinin Irak’a müdahalesiyle 3. Dünya Savaşı’nın fiilen başladığını, amacın İslam ülkelerini paylaşmak ve kaynaklarına el koymak olduğunu ve Müslümanların bu durumdan haberi bile olmadığını belirterek şunları söylüyor:
            “…Kırk yıldır yazıp çizdiğimiz budur. Bugünü haber verdik. Müslümanları, tüm dünya Müslümanlarını uyandırmaya çalıştık. Ne yazık ki uyanmadılar ve sesimizi duyuramadık.
            Şimdi diyoruz ki, Batının istilası, Körfez Bölgesinden ibaret kalmayacaktır. Mısır’ı da Libya’yı da işgal edeceklerdir… Plan çok şümullüdür. Amerika, daha sonra elde ettiği petrolden Rusya’ya ve Çin’e yüzde ödeyecektir. İngiltere, Fransa, tüm Avrupa ülkeleri, Körfez’den pay alacaklardır. Bu noktada tek umut, şimdi anlaşmışken, sonra aralarında paylaşmadan dolayı bir hır çıkmasıdır…” (11)
            Libya’da, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Afganistan’da vb. Müslüman ülkelerde yaşanan olayları, büyük çoğunluk bugün bile anlayabilmiş değildir. Bu ülkelerde yaşananların gerçek sebepleri medyada anlatılmıyor. Sanılıyor ki buralarda yaşananlar çeşitli şahıs ve grupların devlet yönetimini ele geçirme mücadelesidir. Oysa gerçek olan şudur ki, buralarda yaşananlar büyük devletlerin iç savaş çıkararak o ülkeleri parçalama ve sonuçta petrol, doğal gaz vb. kaynaklarına sahip olma amacıdır.
            Sezai Karakoç İslam ülkelerinin hiç birinin bugünkü durumlarıyla büyük devletler karşısında varlıklarını koruyamayacaklarını, birlikte hareket etmelerinin şart olduğunu belirterek şunları söylüyor: ”Tek çare ve çözüm, İslam dünyasının uyanıp Batı’nın NATO’su gibi bir askeri güç, AB gibi bir siyasi birlik oluşturmasıdır.”

            Üstad iki Almanya’nın birleşeceğini aylar öncesinden haber vermiştir. “Çok Yönlü, Çok Boyutlu Politika” başlıklı yazısında şunları söylüyor: “Biz ortada, görünürde hiçbir emare yokken, ‘bir sabah, uyandığınızda iki Almanya’yı birleşmiş bulursanız, sakın şaşırmayın’ demiştik. Bugün, iki Almanya tek Almanya oluyor. Oysa biz bunu yazdığımız zaman, ortada ne böyle bir konu, ne bir görüşme, ne ciddi bir girişim, hatta ne de böyle bir umut vardı. Doğudan batıya geçmek isteyenler vuruluyor ve Utanç Duvarı’nın önüne yıkılıyorlardı…” (12)
            Sezai Karakoç, iki Almanya’nın birleşeceğini önceden haber vermesinin bir keramet veya kehanet olmadığını belirtiyor ve olayların gelişmesinden anladığını söylüyor. İki Almanya’nın birbirleriyle kavga ettiğini fark ediyor. Oysa daha önce aralarında sözlü kavga şeklinde bile olsa hiçbir irtibatın olmadığını, kavga etmelerinin bir aşama ve bir nevi diyalog olduğunu düşünerek birleşebileceklerini anladığını söylüyor.

            Sezai Karakoç, 1990’lı yıllarda ve sonraki yıllarda siyasetle ilgili görüşlerini açıklıyor, büyük parti denilen partilerin fikir temellerinin olmadığını, şahıs partileri olduğunu, bu yüzden de varlıklarını uzun süre koruyamayacaklarını belirterek şunları söylüyor:

“…Bugün mevcut partilerin hepsi bitmiştir. İflas bayrağını çekmişlerdir. Birbirinin içine girip varolmaya çalışıyorlar. Yani bugün diyelim, şu parti, büyük bir partidir ama benzeri öbür partinin içine girip erimeye hazırdır adeta. Diğerleri, birçok partiler, hepsi birbirinin gözünün içine bakıyor: acaba biraz iyi bir şartla beni kabul ederler mi diye. “Efendiler!” demek lazım, “evet, birbirinizi kabul edersiniz, birbirinizle birleşirsiniz, birbirinizle anlaşırsınız ama sonunda ne çıkar ortaya?...
            Geçmişten kuvvet almayanlar geleceklerini kuramazlar. Geçmişsiz, geleceksiz bir halk doğurmak için çırpınıyor duruyor partiler. Siz bakmayın patırtı gürültülerine; hiçbir partinin ne bir geçmiş yorumu vardır, ne de bir gelecek yorumu. Sadece şimdiki zamanı kurtarmaya çalışıyorlar. Oysa şimdiki zamanı kurtarmanın yolu, yine geçmişi ve geleceği sağlıklı bilmek ve geçmişle gelecekle ilişkide olmaktan geçiyor…” (13)
            Gerçekten o yıllarda aktif siyasetin içinde faaliyet gösteren büyük partilerin 2000’li yıllardan sonra varlıklarını ve etkilerini yitirdiklerini görüyoruz. Üstad, Partiler ve politikacılarla ilgili uyarılarını sürdürerek yine şunları söylüyor:
            “Evet, kurt politikacılar, kaşarlanmış politikacılar, yeni yeni partiler kurabilirler kolaylıkla. Büyük gürültüler koparabilirler. Yeni maskeler ve göz boyama usulleriyle vatan ufku podyumunda boy gösterebilirler. Ama sen, milletinin gözbebeği olan, samimi bir kalp taşıyan kardeşim, aldanma ve inanma. Ne eskimiş partilerde, ne de onlardan kopan kaşarlanmış politikacıların kuracakları yeni partilerde, senin için, yurt için, halk için bir umut vardır…
            Bugünün politika şöhretleriyle parti kurmaktan bir umuda kapılmak, Yeşilçam şöhretleriyle yeni bir film çevirip de bunun Türk sinemasını kurtaracağına inanmak gibi aldatıcı, hayal kırıklığına uğratıcı yeni bir sosyal olay sayılabilir…” (14)
            Diriliş hareketinin partileşme sürecini de bazı çevreler maalesef anlamış değildir. Ortada bir toplum ve devlet olduğuna göre bu devletin yönetimiyle ilgilenmek, yani siyasetle ilgilenmek de önemli bir görevdir. Tabii ki bu siyasetin çıkar, menfaat için değil memleket ve millet için yapılması gerekir. Geçmiş yıllarda büyük âlimlerimiz siyasete uzak durmamışlar “siyasetname” türü eserler ortaya koydukları gibi fiili olarak da siyasetin içinde olmuşlardır.
            1960 yılından itibaren farklı aralıklarla çıkan Diriliş dergisinin logosunda “düşünce, edebiyat ve siyaset dergisi” ibaresi yer alır. Yani, Diriliş’in, düşünce, sanat ve edebiyat yanında aksiyon yanının da olduğu belirtilmektedir. Bu aksiyon yönünün gereği olarak 1990 yılında Diriliş Partisi kurulur. Seçime girmek için yeterli teşkilatlanmayı yapamadığı gerekçesiyle 1997 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılır. 2007 yılında Yüce Diriliş Partisi adıyla yeniden kurulur. Üstad bununla ilgili olarak da şunları söylüyor:
             
Partiyi de bu amaçla kurduk, maksat parti değil, günlük siyaset değil, amacımız İslam âleminin dirilişidir, hareketidir. Bu harekete de sahip çıkın, büyütün, geliştirin, siyasetçiler size tabi olacaktır. Yoksa hiç böyle bir gücünüz olmazsa, siyasetçi sizi okşar, fakat hiçbir zaman size itibar etmez, sizin sözünüzü dinlemez.” (15)

  21 Mart’ta kutlanan Nevruz Bayramı biraz da terör örgütünün istismar etmesinden olsa gerek devlet yöneticileri tarafından uzun yıllar bayram olarak kabul edilmedi, hatta bir “Mecusi bayramı”, ateşe tapanların bayramı olarak nitelendirildi. Üstad Sezai Karakoç bu anlayışın yanlış olduğunu, bu bayramın gerçek bayramlarımızdan biri olduğunu, asıl isminin “Sultan Nevruz” olduğunu belirterek kökünün Selçuklulara dayandığını, Selçuklu Sultanı Celaleddin Melikşah zamanında yapılan bir takvime dayandığını, ülkemizin bazı bölgelerinde, Türkî Cumhuriyetlerinde vb. kutlandığını çok önceki yıllarda söylemişti. Neyse ki Türkiye Cumhuriyeti de çok sonraki yıllarda da olsa “Nevruz” u bayram olarak kabul etmiştir.

            Sezai Karakoç Suriye konusunda da devlet yetkililerini zamanında uyarmış ve şunları söylemiştir:

“…Şimdi Batı bize diyor ki, ‘Suriye’de kötü bir yönetim var. Orada halk ile devlet arasında problem var, masum insanlar ölüyor. Bu işi siz halledin, siz çözün, insanların ölümünü seyir mi edeceksiniz? Şüphesiz Müslümanlar asla seyir etmez, ama bu meselenin çözümü silahla olmaz. O yönetimi uyaracak olan kılıç değil kalemdir. Çünkü kılıç ile girdiğiniz takdirde halk ile karşı karşıya gelecek ve siz yine masumları öldürmek zorunda kalacaksınız. Aynı o devletin yaptığını siz yapmış olacaksınız. İşte bu size kurulmuş bir tuzaktır. Çözümün sadece silah ve kılıç olduğu doğru değildir. Daima ondan daha güçlü olan bir çözüm vardır ve o çözüm fikirdir. Kılıç dahi fikrin emrindedir. Aksi halde zarar verir.
            Bugün Türkiye çok büyük bir tehdit ile karşı karşıyadır. Şimdiye kadar Müslümanların başına gelen zulümlerde hiçbir zaman Batı Türkiye’ye ‘gel sen buna karış’ dememişti. Tam tersine kendisi işgal ettikten sonra, ‘gel bize destek gücü ver’ demişti. Afganistan’da Bosna’da böyle oldu. Katliamlar olurken bizi sokmadılar, katliamlar oldu, bitti kendileri girdiler ve destek için çağırdılar.
Bugün bilhassa Türkiye ile İran’ı çarpıştırmak istiyorlar ve ben bakıyorum ki, bunu önlemesi gereken kalemler tam tersine, en basit bir bahanelerle tahrikçi bir şekilde ortaya atılıyorlar. Tabii bu tek taraflı değil. İran’da da mutlaka böyle oluyor. Suriye’de de öyle oluyor. Türkiye’de de. Şunu bilelim ki bu ülkelerin arasındaki meseleleri çözemeyecek tek şey var ise o da silahtır. Bir tek kurşunun bile atılmaması gerekiyor. Eğer bu atılırsa arkası gelir ve bu ülkeler göz göre göre mahvolur gider. Arkası da Batı’nın korkunç istilasıdır. O zaman ne ezan ne kitap kalır. Bu yüzden uyarıyorum tüm Anadolu’yu, çilekeş Anadolu’yu…”(16)

            Sezai Karakoç’un Güneydoğu sorunu ve çözüm süreciyle ilgili de yıllar önce ortaya koyduğu önemli düşünceleri vardır. Bu konuda önceki yıllarda devlet yetkililerine ve diğer bazı çevrelere mektuplar da yazmıştır. İslam dünyasındaki bütün meselelerin, İslam inancı, İslam milleti, İslam ülkesi, İslam devleti ve İslam medeniyeti gibi kavramların temel alınarak çözülmesi gerektiğini belirtmiştir. Konuyla ilgili görüşlerinden bazıları şunlardır:
            “Kürt sorunu, Arap sorunu, Arnavut sorunu, Türk sorunu yoktur; İslam milletinin parçalanmışlık sorunu vardır.”
             “Güneydoğu meselesinin çözümü bile, Güneydoğu’da değil, Bağdat’ta yatıyor. Mekke’de, Medine’de, Kahire’de yatıyor, İstanbul’da yatıyor…” (17)
            “Türkiye’nin meseleleri İslam dünyasının meseleleriyle iç içedir. Mesela Kürt meselesi deniyor, bu sadece bizim meselemiz değildir. Bu mesele İran’ı da ilgilendiriyor, Irak’ı da ilgilendiriyor, Suriye’yi de ilgilendiriyor.”
            “Güneydoğu meselesinde bayram yapılıyor, bitti çözüldü şeklinde. O kadar ki muhalefet yapmanız ihanet ediyormuşsunuz tepkisine muhatap oluyor. Fakat işin gerçeği henüz askıntıdadır. Çünkü sadece bu, örgüt ve onun etrafında olanlarla hükümetin elinde değildir çözüm. Ellerinde olsaydı otuz yıldan beri neden çözmediniz diye sorulur. Eğer devlet ile örgüt anlaşması ile çözülüyorsa on yıldır hükümet neden çözmedi. Bu kadar ölümden yıkımdan kim sorumludur diye sorulur!
            Çözüm bu ikisinin elinde değildir. Tahrik eden dışarısıdır. Meseleye yeni bir boyut getiriliyor. Hedef Türkiye'nin parçalanmasıdır. Şimdiki yaygaranın adı sulh, barıştır.
            Hem kendilerini hem bizi aldatıyorlar. Ancak yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Biz tarihi, toplumları bildiğimiz için söyleyelim ki; bu böyle çözülmez. Dışarının tesiri vardır. O tesiri etkisiz hale getirmeden çözülmez. Hükümet çıksın desin ki, biz bu konuda dışarının sözünü dinlemeyeceğiz, onlarla hiçbir pazarlığa girmeyiz veya karşısı desin; o zaman konuşuruz konuyu. Fakat bunu söyleyemezler. Bu dışarının konuyu yeni bir aşamayla en son ülkemizi parçalanmaya daha uygun bir hale getirme çalışmasıdır. Toplum aldanmasın ilerde de hayal kırıklığına uğramayalım. Çözüm vardır ancak bu değildir.” (18)

            Sezai Karakoç’un çeşitli cemaat ve tarikat gruplarının içine girmeyişi, onlara ait gazete, dergi vb. yayınlarda yazmayışı ve televizyonlara çıkmayışında da ince fikirler ve gelecekle ilgili kaygılar söz konusudur. 15 Temmuz ve sonrasında yaşananları, bir cemaat ile ilgili gelişmeleri takip ediyoruz. Benzeri durumun diğer cemaat ve benzeri gruplarca da yaşanabileceğini gözden ırak tutmamak gerekir. Bu konularda üstadın temkinli hareket etmesinin yerinde bir karar olduğunu belirtmek durumundayız. Yazdıklarına ve konuşmalarına bakalım:
            “…
Tarikat gruplarının içine girmedim. Girenlerle arkadaşlığım oldu. Rastladıklarımla iyi ilişkiler kurmaya çalıştım. Daha sonraları tarikat dışı fakat adeta tarikatlarmış gibi görünen cemaatler oluştu. Bunların da dar cemaat görüşünü benimsemedim.
            Benim görüşüme göre, Müslümanlar tek millet, tek ümmet, tek cemaattir. Kişilerin, tarikatları veya bir takım özel toplulukları olursa, bunları taassup derecesinde mübalağalı bir ayrım sebebi yapmayı ve diğer cemaat ve tarikatta olanları küçük görmeyi ya da kendi cemaatinde olmayanları itham etmeyi, tasvip etmedim ve etmem. Bu yüzden bu tür cemaatlere ve tarikat guruplarına girmedim…” (19)
            “…Bizim kanalımız olması lazım, bizim gazetemiz olması lazım. Orada yazarız, orada konuşuruz… Kimsenin İslam'a götürmeyen hareketine de destek vermek zorunda değiliz. Biraz İslami yanları var diye, öbür yanlarını görmezlikten gelemeyiz… Allah isterse bize de verebilir. Biz altyapıyı tam oluşturmadan ne kanal, ne gazete, ne milletvekilliği, ne de iktidar istiyoruz. Biz milletin uyanmasını, gelip partisine sahip çıkmasını istiyoruz…” (20)
            Sezai Karakoç’un yakın arkadaşlarından Abdullah Işıklar da üstadın bu konulardaki tutumuyla ilgili olarak şunları söylüyor:

“Sezai Bey kendisiyle ilgili televizyon çekimlerine, anma gecelerine katılmaz. Şan ve şöhret peşinde hiç olmamıştır. İstanbul'da Büyükşehir Belediye Başkanlığı Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı tarafından bir Sezai Karakoç gecesi tertiplendi. Salon hınca hınç doldu. Öyle ki, merdivenlerde bile oturanlar vardı. İstanbul'un her görüşten insanı oraya Sezai Bey için geldiler. Sezai Bey katılmadı. TRT belgesel çekerken de kendisi program çekimine katılmadı. Kültür Bakanlığı'nın verdiği plaket ve para ödülünü de, Cumhurbaşkanı'nın verdiği ödülü de almaya gitmedi. Kültür Bakanlığı'na, plaketimi PTT ile gönderin, parayı da ihtiyaç sahibi birine verin dedi.
            Bana: "Sezai Bey sizi kırmaz, söyleyin de Cumhurbaşkanı’nın ödülünü almaya gelsin” dediler. Ben de Sezai Bey'e bana gelen talebi ilettim. O, bana şöyle bir bakarak: "Kalbime soracağım Abdullah “ dedi. Fakat bakışlarından gitmeyeceğini anladım.
            Sezai Bey bu tür faaliyetleri, kendisinin bazı çevrelere tarafmış gibi gösterilmek istenmesi olarak değerlendirir ve kimsenin tarafı olmadığını, kendi fikir kozasında yaşadığını belli etmek için bu tür faaliyetlere katılmaz… “ (21)

            Üstad Sezai Karakoç’un eserlerinde Ayasofya konusu da önemli bir yer tutar ve Ayasofya’nın bir gün açılacağı müjdesini verir. Geçtiğimiz günlerde Allah’a şükürler olsun ki, Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılışına şahit olduk. Ayasofya’nın içindeki tasvirlerle (resimler) ilgili ne yapılması gerektiğini de Üstad 30 yıl önce yazdığı “Kaderimizin Ayasofya’sı, Ayasofya’mızın Kaderi” başlıklı yazısında belirtmiştir. Şu anda da getirilen çözüm bu doğrultudadır. Bu konularla ilgili olarak da şunları söyler:

              “…Ayasofya cami olursa, tasvirler yine badanalanacaktır. Bu çağda bu nasıl yapılır? İtirazı da aslında çağımızın teknolojisi ve imkânları karşısında geçersiz bir iddiadır.
            Dekorasyon sanatı buna çözüm bulacaktır. Öteden beri yeri geldikçe özel sohbetlerimizde söylediğimiz ve çevreye de yansıyan çözüm şudur: “Bir düğmeye basarsınız bütün tasvirler bir perdeyle örtülür. Bir düğmeye basarsınız perdeler açılır, tasvirler ortaya çıkar. Namaz kılmanın olmadığı sabah saat 9-11 arasında düğmeye basılır, perdeler açılır, isteyen turist gelip, kilise görünümüyle Ayasofya’yı görebilir. Günün diğer saatlerinde ise, bir düğmeye basmakla, bütün tasvirlerin örtülüp buranın cami haline gelmesi sağlanır. Namaz kılınır. Bu halinde de turistler gelip binayı gezebilirler.Süleymaniye ve Sultanahmet’i gezdikleri gibi.
            Böyle bir düzenleme ile onurumuz korunmuş olur, dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar Ayasofya’da namaz kılabilirler, turistler onu gezebilirler, hatta eski haliyle de görebilirler. Olgu, İslam dininin gücünü ve toleransını da somut bir şekilde göstermiş ve bilgelik mabedi demek olan Ayasofya’nın anlamına da uyan bir özelliği taşımış olur…”

            “…İslam’ın Batı karşısında yenilgisinin, üstünlüğünü kaybetmesinin sonucu ve sembolik işareti olarak Ayasofya cami olmaktan çıkmıştır. Ancak, Batı karşısında İslam âlemi olarak tam bağımsız olduğumuz gün, ya da en azından, bu bağımsızlığın şuuruna vardığımız gün, kendimizi Batıdan bağımsız hissettiğimiz gün, Ayasofya yeniden cami olacaktır. Yoksa çapı meçhul, müphem güçlerin tesadüfî bir hareketiyle Ayasofya açılamaz. Açılsa da çabuk kapanır. Ayasofya’yı ancak, Ortadoğu’nun gerçek kurtarıcısı aydınlar kadrosunun, tüm İslam toplumunu değiştirmesinden sonra açması düşünülebilir. Daha doğrusu, o gün Ayasofya kendiliğinden açılıp cami olur…” (22)

            Sezai Karakoç gerek yazılarında gerekse konuşmalarında Çin tehlikesine de dikkat çekmiştir. Avrupa’nın işgal ve sömürüsünden dolayı Çin’de, Hindistan’da ve diğer ülkelerde Avrupa’ya karşı kin ve öç alma duygularının yoğun olduğunu, bir Doğu-Batı çatışması durumunda en büyük zararı Müslümanların göreceğini belirterek bu çatışmayı ancak Ortadoğu’da kurulması gereken büyük bir devletin önleyebileceğini söylemektedir.
            Çin mallarının tüm dünyaya yayılması ve birçok ülkenin ekonomisini zor durumda bırakması her gün duyduğumuz haberlerdendir. Yine Covid-19 ’un laboratuvar üretimi olduğuna dair ciddi iddialar da Çin’in insanlık için tehlikesini ortaya koymaktadır. Üstad bu konuda da yıllar önce şunları söylemiştir: “…Doğudan gelecek büyük bir tehlike vardır. Bu tehlike, Çin tehlikesidir. Bugün için teknolojisini henüz tamamlamamış olan Çin, eğer bunda bir başarıya ulaşırsa, bu, Moğol akınlarından da, Haçlı seferlerinden de çok daha güçlü, büyük orduların doğudan batıya doğru yürüyüşü demek olacaktır. O zaman, Doğu ile Batı arasında bir köprü gibi olan ülkemiz de ayaklar altında kalabilir. Ben buna “sarı tehlike” diyorum…” (23)

            Birçok âlimlerin ve düşünürlerin geçmişte, gelecek için söyledikleri her zaman gerçek olur mu bilinmez ama bu düşüncelerin verdiği etki değişmez bir gerçektir. Sezai Karakoç yaşıyor, ülkemiz ve İslam dünyası için hayatî değerdeki düşünceleriyle yol göstermeye devam ediyor. Bizlere düşen, onu okumak, anlamak, özellikle yeni nesillere tanıtmak ve onları eserleriyle buluşturmaktır.

    Not: Bu yazı Yedi İklim dergisinin Kasım 2020 sayısında yayınlanmıştır.

              Kaynakça:
1- Mücadele suresi, 11. Ayet.
2- Aclûnî, Keşfü’l Hafa
3- Sünen-i Tirmizi
4- Karakoç, Sezai. (1991). Diriliş dergisi, sayı:129- 130.
5-
Karakoç, S. (1980). Sütun (3.baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları

6- Karakoç, S. (1979). Sur (2.baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları
7- Karakoç, S. (1995). Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi –lll.  İstanbul: Diriliş Yayınları
8- Karakoç, S. (2003). Çıkış Yolu- lll, s.147, İstanbul: Diriliş Yayınları
9- Karakoç, S. (1980). Sütun (3.baskı). s.385, İstanbul: Diriliş Yayınları
10- Karakoç, S. (2016). Gün Doğmadan (21.baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları
11-Karakoç, S. (1990). Diriliş dergisi, sayı: 109 - 110
12-Karakoç, S. (1990). Diriliş dergisi, sayı: 113 – 114
13-Karakoç, S.  (2003). Çıkış Yolu- lll, s.107, İstanbul: Diriliş Yayınları
14-Karakoç, S. (2014). Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı-ll (4.baskı). s.61, İstanbul: Diriliş Yayınları
15- Karakoç, S. 2019 Ramazan bayramı konuşmasından: http://yucedirilis.org.tr/  adresinden alınmıştır.
16- Karakoç, S. 07 Nisan 2012’de İstanbul İl Merkezinde yaptığı konuşmadan:
http://yucedirilis.org.tr
17- Karakoç, S. (2003). Çıkış Yolu –lll, s.133, İstanbul: Diriliş Yayınları
18- Karakoç, S. 30 Mart 2013’te yaptığı Konuşmadan:
http://yucedirilis.org.tr/
19- Karakoç, S. (1990). Hatıralar, Diriliş dergisi, sayı: 111-112
20- S. Karakoç’un 10 Ocak 2015 tarihli konuşmasından:
http://yucedirilis.org.tr/
21- Arslan, Recep. (Gazeteci Abdullah Işıklar Tanıdı- Dinledi- Anlattı) 1937-2017 Yılları Arasında Türkiye’yi Aydınlatanlar, s. 231
22- Karakoç, S. (1990). Diriliş dergisi,
sayı: 78
23- Karakoç, S. (2016). Çıkış Yolu- l (6.baskı). s.74, İstanbul: Diriliş Yayınları