.

Modern Zamanların Muhafazakârlaşan İlerlemeciliği ve İdeolojik Bilim: İnsan ve Anlam Arayışı Üzerine

Tarih boyunca insanlık, değerlerini muhafaza etme ve yeniyi arama arasında gelgitler yaşamıştır. Muhafazakârlık, bir toplumun varlığını sürdüren değerleri koruma çabasını ifade ederken; ilerlemecilik, bu değerleri sorgulayıp yeniyi inşa etme girişimi olarak ortaya çıkar. Ancak ironik bir şekilde, ilerlemecilik zamanla kendi dogmatik kalıplarını yaratarak muhafazakârlaşır. Bu dönüşüm süreci, sadece siyasi ve sosyal yapılarla sınırlı kalmaz; bilim, din, sanat ve hatta bireysel anlam arayışlarında da izlenebilir.

Muhafazakârlığın Çağ Gerisinde Kalması ve İlerlemeciliğin Muhafazakârlaşması

Thomas Kuhn’un "paradigma değişimi" teorisi, bilimsel ilerlemenin doğrusal bir şekilde gerçekleşmediğini, aksine bir paradigmanın yerini bir başkasına bırakmasıyla devrimsel sıçramalarla ilerlediğini öne sürer. Muhafazakâr düşünce, mevcut paradigmayı koruma çabasıdır; ancak çağın gereksinimlerine uyum sağlayamadığında, bu düşünce biçimi geride kalır. İlerlemeci ideoloji ise yeniyi kurar; fakat zamanla bu yeni düzen de yerleşik hale gelir ve eleştiriye kapalı bir muhafazakârlık halini alır. Örneğin, Fransız Devrimi’nin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik idealleriyle başlayan ilerlemeci hareket, zamanla kendi baskıcı yapılarını üreterek yeni bir muhafazakâr düzen oluşturmuştur.

Karl Popper, yanlışlanabilirlik ilkesini bilimin ilerlemesi için bir temel olarak sunar. Ancak bireyler ve toplumlar, kendi ideolojilerini bilimsel ya da ahlaki hakikatler olarak dogmalaştırdıklarında, bu ideolojiler eleştiriye kapalı hale gelir. Bu durum, hem muhafazakârların hem de ilerlemecilerin eleştirdikleri sistemin parçası haline geldiğini gösterir. Sosyolojik bağlamda, Anthony Giddens’ın "modernliğin sonuçları" kavramı, bu döngüyü anlamamıza yardımcı olur: Modernlik, sürekli bir değişim talep ederken, aynı zamanda bu değişimlerin sabitlenmesine yönelik bir ihtiyaç yaratır.

Bilimin Değişebilirliği ve İdeolojik Kontrol

Paul Feyerabend’in "bilimsel anarşizm" anlayışı, bilimin mutlak bir hakikat aracı olmadığını, aksine iktidar yapılarının elinde bir kontrol mekanizmasına dönüşebileceğini savunur. Feyerabend, bilimin her zaman özgürleştirici bir araç olmadığını, aksine ideolojik bir baskı unsuru olarak kullanılabileceğini belirtir. Modern çağda, dinin yerine bilimin, din adamlarının yerine bilim insanlarının geçtiği bir düzen ortaya çıkmıştır. Michel Foucault’nun "biyopolitika" kavramı, bilimin insan bedenleri ve toplumsal yapılar üzerindeki kontrolü nasıl sağladığını açıklar. Örneğin, sağlık politikaları veya genetik araştırmalar, bilimin iktidar yapılarının bir aracı olarak işlev gördüğünü gösterir.

Bilim, modern insan için bir tür "tanrı" haline gelmiştir. Bu durum, Heidegger’in "teknolojinin çağdaş dünya görüşü" kavramıyla açıklanabilir. Heidegger’e göre, teknoloji, varlığı bir "kaynak" olarak görür ve insanın anlam arayışını daraltır. Bu bağlamda, bilimin tanrılaştırılması, insanın varoluşsal anlamdan uzaklaşmasına yol açar.

Görselliğin Yükselişi ve Modern Tanrılar

Modern toplum, görselliğin yükselişiyle birlikte logosentrik (söz merkezli) dünyadan uzaklaşmıştır. Jean Baudrillard’ın "simülasyon" teorisi, bu durumu açıklamak için kullanışlı bir çerçeve sunar. Baudrillard, modern dünyada imgelerin gerçeğin yerini aldığını ve artık insanların gerçeklikle değil, bu simülasyonlarla ilişki kurduğunu öne sürer. Günümüz dünyasında medya, reklamlar ve sosyal medya platformları, imgeleri yeni tanrılar haline getirmiştir. İnsanlar, artık gerçeği değil, onun görsel temsillerini tüketir hale gelmiştir.

Hans-Georg Gadamer’in hermenötiği, bu bağlamda anlamın giderek yüzeyselleştiğini ve insanların derin anlam arayışından uzaklaştığını ortaya koyar. İmgeler, anlamı yüzeyde bırakan bir araç haline gelmiştir. Bu da modern insanın kendini tanıma çabasını zorlaştıran bir unsur olarak karşımıza çıkar.

Ölümün Dışlanması ve Maddede Anlam Arayışı

Heidegger, ölümün insan varoluşunun en temel gerçekliği olduğunu ve bu gerçekliğin bireyi kendi varlığıyla yüzleşmeye zorladığını savunur. Ancak modern toplum, ölümü sterilize etmiş ve hayattan dışlamıştır. Bu durum, Foucault’nun biyopolitik stratejileriyle ilişkilendirilebilir: Ölüm, artık bireyin kişisel bir meselesi olmaktan çıkarılmış, devletin ve sağlık politikalarının bir unsuru haline getirilmiştir. Örneğin, modern hastaneler ve mezarlıklar, ölümü görünmez kılarak bireylerin bu gerçekle yüzleşmesini engeller.

Bu durum, aynı zamanda bireylerin anlamı maddede aramasına yol açar. Heidegger’in ifadesiyle, modern insan, "varlığı unutmuş" ve sadece "var olanlarla" ilişki kuran bir varoluş biçimine dönüşmüştür. Bu, bireyin derin varoluşsal sorular yerine yüzeysel tatminlere yönelmesine neden olur.
Kendini Tanımayan İnsan ve Anlam Krizi

İnsanlık, kendini tanımadan dünyayı anlamlandırma çabası içinde giderek daha büyük bir anlam krizine sürüklenmektedir. Muhafazakârlık ve ilerlemecilik arasındaki döngüsel ilişki, bireylerin ve toplumların kendi dogmalarını sorgulamalarını zorlaştırmaktadır. Bilimin tanrılaştırılması, imgelerin yeni kutsal figürler haline gelmesi ve ölümün hayattan dışlanması, modern dünyanın varoluşsal sorunlarını derinleştirmektedir.

Bu noktada, Heidegger’in "varlık sorusu", Gadamer’in hermenötiği ve Foucault’nun biyopolitik analizleri, bireyin ve toplumun bu krizini anlamak için bir rehber sunabilir. Anlam arayışını maddeden, imgelerden ve ideolojilerden kurtarıp, bireyin kendisiyle ve varoluşuyla yüzleşmesini sağlamak, bu krizden çıkışın ilk adımı olacaktır. Ancak bu yüzleşme, bireyin hem kendisini hem de içinde bulunduğu sistemi sorgulamasını gerektirir. Ve bu da ancak cesur bir düşünsel devrimle mümkün olacaktır.

Mehmet Baş