.
Her sene bahar Toros Dağları’nın eteklerine, bir mucize gibi gelirdi. Eriyen kar sularının coşkusuyla ak köpüklü dereler çağlarken, kardelenler, nevruzlar ve çiğdemler toprağı renkten renge boyardı. Yüksek doruklar, bir duvar gibi gökyüzüne yükselir, rüzgârın uğultusuyla insanı bin yıllık bir destanın içine çekerdi.
İşte böyle bir bahar sabahında, elime uzun bir sopa alıp âdeta bir asa misali kullanarak köyümün üstünden Toroslar’a doğru yürümeye başladım. Ayaklarımın altında ezilen toprağın kokusu, baharın bereketini taşıyordu. Kuşların cıvıltısı, esen rüzgârın uğultusuna karışıyor, her adımda dağların bana bir sırrını anlattığını hissediyordum.
Yavaş yavaş yükselirken, Emli Vadisi’nin derinliklerine doğru yürüdüm. Çam ağaçlarının reçine kokusu havayı doldurmuştu. Kayaların arasından süzülen sular, gün ışığında gümüş gibi parlıyordu. Tam o sırada, yukarıdan süzülen bir kartal gördüm. Gözleriyle yeryüzünü tarıyor, vadinin efendisi gibi kanatlarını hiç çırpmadan süzülüyordu.
Biraz ileride, kayalıkların dibinde gri bir gölge kıpırdadı. Dikkatlice baktığımda, sarı gözleriyle beni izleyen bir kurt gördüm. Bir an göz göze geldik. Belli ki ne bir tehdit görüyordu bende ne de bir korku. Sonra başını çevirip ağır adımlarla kayaların arasında kayboldu.
Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Güneş, dağın zirvesine son ışıklarını vurdukça, taşlar ve kayalar bir anda kızıl renge büründü. İşte bu yüzden bu dağlara "Aladağlar" demişlerdi. Güneş batarken, dağlar alev almış gibi yanardı.
Yoluma devam ederken, önümde geniş bir düzlük belirdi. Ve tam o anda, gözlerime inanamadım.
Karşımda, daha önce görmediğim bir manzara vardı. Sanki zaman geriye akmış, geçmişin kapıları aralanmıştı.
Vadinin ortasında, onlarca kara çadır sıralanmıştı. Kıl çadırlar, yüzlerce yıldır Toroslar’da baharı karşılayan göçerlerin barınağıydı. Çadırların önünde büyük kazanlar kaynıyor, kadınlar koyun sütünden peynir yapıyor, erkekler uzak tepelerde sürülerini otlatıyordu.
Çadırların etrafında dolaşan çocuklar vardı. Kimisi küçük bir kuzuya sarılmış, kimisi topraktan yaptığı oyuncaklarla oynuyordu. Birkaç genç delikanlı, dağların eteklerine doğru at sürüyordu. Çekik gözlü, yanık tenli, sağlam yapılı bu insanlar, sanki tarihin içinden çıkıp gelmiş gibiydi.
Genç kızlar pınar başında testilerini dolduruyordu. Başlarındaki pullu yazmaları güneşin altında ışıldıyordu. Bir tanesi testisini başına koymuş, zarif adımlarla yürüyordu. Diğeri, suyun berrak yüzeyine dalıp gitmişti.
Derken, çadırların ortasında uzun saçlı, heybetli bir adam belirdi. Elinde bir saz vardı. Gözleri derin, bakışları anlam yüklüydü. Çadırın önündeki bir taşa oturup sazını eline aldı. Tellerin üstünde parmakları dolaşırken, tanıdık bir ezgi yükseldi:
"Ağ gelinde indi mi ola yayladan""
Bu Dadaloğlu’nun sesi değil miydi?
Sonra, bir başka çadırdan narin yüzlü, genç bir adam çıktı. O da sazını aldı, ince bir sesle türküye başladı. Sözleri sanki rüzgâra karışıyordu:
"İncecikten bir kar yağar, tozar Elif Elif diye..."
Karacaoğlan...
Yüreğim titredi. Ben neyin içindeydim? Bir hayal mi görüyordum, yoksa zamanın bir oyunu muydu bu?
Birden, yanan bir ateşin başında buldum kendimi. Çevremde kara çadırların insanları vardı. Bir kadın, elime taze pişmiş tandır ekmeği tutuşturdu. Yanında, dumanı tüten bir bardak süt verdiler. Bir çocuk, heyecanla dizlerime oturdu, bana gözleri parlayarak bakıyordu.
Dadaloğlu sazını eline aldı. Gözleri ateşe daldı ve ağır bir türkü mırıldandı:
"Ferman padişahın, dağlar bizimdir!"
Bu sözler, yüzyıllardır Toroslar’da yankılanmıştı. Yörüklerin, göçebe ruhun, özgürlüğün sesi olmuştu. Bu dağlar, sürülerini peşlerinde sürükleyen Yörüklerindi. Onlar yaylaya çıktıkça, bu taşlar, bu pınarlar onların şarkılarını dinlerdi.
Ben ateşe baktım. Kıvılcımlar yıldızlara doğru yükseliyordu. Ve sonra, birden gözlerimin önündeki görüntü titremeye başladı. Yörükler yavaş yavaş silindi. Çadırlar, atlar, sürüler... Hepsi bir rüya gibi kayboldu.
Uyandığımda, gökyüzü karanlıktı. Etrafımda ne bir çadır, ne bir insan vardı. Sadece Toroslar’ın sonsuz sessizliği…
Bir kayanın dibinde, hâlâ tüten bir ateşin küllerini gördüm. Biraz ötede, sönmek üzere olan bir köz parlıyordu.
Hayal miydi gördüğüm? Geçmişin bir yankısı mıydı?
Ama yüreğime işleyen türkü, hâlâ kulaklarımdaydı:
"Ferman padişahın, dağlar bizimdir!"
Toroslar’ın rüzgârı, bu türküyü söylemeye devam ediyordu.
...
Mehmet Baş