.

Tarih, çoğu zaman göz kamaştırıcı kahramanları, büyük sıfatlarla taçlanmış liderleri yazar da; sesi kısık, yüzü yorgun ama kalbi memleket için atanları usulca teğet geçer. Oysa bazı isimler vardır ki; yalnızca görev yaptıkları makamlarla değil, taşıdıkları ruhla, gösterdikleri ahlakla, sergiledikleri direnişle, kelimeleriyle ve inançlarıyla zamanın ötesine uzanırlar. İşte Ebubekir Hazım Tepeyran, o sönük ışıklar altında kalmış ama özünde bir medeniyetin bütün çırpınışlarını taşıyanlardan biridir.

Onun adını ilk duyduğumda Yıldız Sarayı'nın kapılarında durmuş, yağmacıların önünde bir kalkan gibi dikilmiş hâlini gözümde canlandırmıştım. O, sadece bir bürokrat, bir vali ya da milletvekili değil; bir edebiyatçı, bir şair, bir şehir sevdalısı, bir fikir adamıydı. Niğde'den İstanbul'a, Kastamonu’dan Dedeağaç’a, Musul’dan Ankara’ya uzanan hayatında ardında bıraktığı izler, bugünün tozlu raflarından çıkarıldığında, sadece tarihe değil, insan vicdanına da ayna tutuyor.

Hazım Bey, 1864 yılında Niğde’nin Tepeviran semtinde dünyaya geldi. Köklü bir ailenin çocuğuydu. Ataları 17. yüzyılda Niğde’de bir külliye yaptırmış, hayır işlerinde bulunmuş, halkla iç içe yaşamış kişilerdi. Babası Hasan Efendi, tahrirat müdürlüğü görevinde bulunmuş, devlete sadakati ile tanınmış bir memurdu. Böyle bir aile ortamında büyüyen Hazım Bey, genç yaşta okumaya, yazmaya ve hizmet etmeye meyilli bir ruhla yoğruldu.

İlk eğitimini Hafız Osman Mektebi'nde aldı. Babasının tayinleri sebebiyle Isparta ve Antalya’da da eğitim gördü. 13 yaşında devlet kademesinde katip olarak memuriyet hayatına başladı. Kalemi sağlam, zekâsı berrak, ahlakı yüksek bir genç olarak kısa sürede dikkat çekti. Kastamonu’da, Edirne’de, Aydın’da, Konya’da çeşitli görevlerde bulundu. Her gittiği şehirde arkasında düzenli bir idare, bir iz bıraktı. Hem yazdı, hem yönetti. Bu yönüyle Tanzimat ve Meşrutiyet’in idealize ettiği münevver devlet adamı tipini ete kemiğe büründürmüştü.

Hazım Bey’in idareciliği, sadece evrakların doğru işlenmesiyle sınırlı değildi. Onun yönetme anlayışı, şehri imar etmek, insanı ihya etmek ve adaleti tesis etmekti. Dedeağaç’ta görev yaptığı dönemde fotoğrafçılıkla ilgilendi, harap mahallelerin, bakımsız binaların fotoğraflarını çekti. Sonra oraları yenileyip, tekrar fotoğrafladı. O fotoğraflar birer belgeye dönüştü. Kentin dönüşümünü, adeta bir sanatçı gibi kadraja aldı. Bugün bir belediye başkanında görmek istediğimiz o vizyonu, o yüzyılda gösteren bir adamdı.

Ancak başarılı ve dürüst bürokratlar, her zaman sevilmez. İftiraya uğradı. Jön Türk olmakla, dine karşı olmakla, Paris’ten zararlı kitap getirmekle suçlandı. Bunların hiçbiri gerçek değildi. Fakat o dönem sarayın kulağına ne fısıldandıysa etkili oldu ve Hazım Bey görevden alındı. Yine de hakikat, yolunu buldu. Fotoğraflar konuştu. Çalışmaları dile geldi. Sultan II. Abdülhamit onu affetti ve Musul’a vali olarak atadı.

Millî Mücadele döneminde Kuvayı Milliyecilere destek verdiği gerekçesiyle tutuklandı, idama mahkum edildi. Ancak cezası ömür boyu kürek cezasına çevrildi. Cezaevinde geçen yedi buçuk ay, onu yıldırmadı. Serbest kaldıktan sonra Anadolu’ya geçti ve Ankara Hükümeti’ne katıldı. Sivas ve Trabzon Valiliği yaptı. Sonra da Niğde milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Bu dönem boyunca birçok yasa görüşmesinde söz aldı, fikirleriyle meclis kürsüsüne ağırlık kattı.

Bir Şair, Bir Yazar, Bir Roman Adamı

Hazım Bey’in sadece idarecilik değil, edebiyat yönü de güçlüydü. O, aynı zamanda Türk edebiyatında “ilk köy romanlarından biri” olarak kabul edilen Küçük Paşa’nın yazarıdır. Bu eser, köylü bir kahramanı ele alan öncü bir metindir. Bir anlamda, Yakup Kadri’nin Yaban’ına zemin hazırlayan metinlerden biridir.

Yalnızca Küçük Paşa değil; Eski Şeyler, Kar Çiçekleri, Canlı Tarihler, Zalimane Bir İdam Hükmü gibi eserleriyle dönemin tanıklığını da kaleme almıştır. .

Niğde’de Kurduğu Banka ve Yerel Girişimler

Tepeyran’ın Niğde’ye olan sevgisi, görev süresi ve vekilliği dışında da devam etti. Memleketin ekonomik kalkınması için girişimlerde bulundu. Niğde’de özel bir banka kurulmasına öncülük etti. Bu banka, o dönemin şartlarında bölgesel bir kalkınma hamlesi anlamına geliyordu. Tarımı, ticareti canlandırmayı hedefliyordu. Hazım Bey için devlet adamlığı sadece başkentten talimat göndermek değil, taşradaki insana doğrudan dokunmaktı.

Atatürk’le Düşünce Farklılıkları ve Onurlu Muhalefet

Cumhuriyet kurulduktan sonra, Atatürk ile bazı meselelerde fikir ayrılığı yaşadı. Özellikle Osmanlı Hanedanı’nın sürgün edilmesi konusunda, saray damatlarının da bu sürgüne dâhil edilmesini eleştirdi. Onun için bu insanlar bir rejimin değil, bir ailenin mensuplarıydı. Suçları yalnızca biriyle evli olmak olan insanlar için sürgün, zulüm sayılırdı.

Ayrıca, 1924 Anayasası hazırlanırken, cumhurbaşkanına hem yasama hem de yürütme erklerini verme fikrine de karşı çıktı. Meclisin özgürlüğünü savundu. Bu görüşleri nedeniyle siyaset sahnesinden bir dönem dışlandı. Ama o, görüşlerinden geri adım atmadı. Sessizce çekildiği köşesinde kalemini eline aldı, tarihe not düştü.

Bir Hayatın Ardında Bıraktığı Miras

Hazım Bey 5 Haziran 1947’de, İstanbul’da vefat etti. Mezarı Erenköy Sahrayıcedit Mezarlığı’nda bulunur. Onun ölüm haberi, o günün gazetelerinde geniş yer buldu. Çünkü ardında sadece makamlar, görevler değil; iz bırakan fikirler, yaşanmış hayatlar, onurlu duruşlar ve edebi eserler kalmıştı.

Ebubekir Hazım Tepeyran, bir dönemin sadece yöneticisi değil, vicdanıydı. Bugün onu hatırlamak, sadece bir şahsiyeti anmak değil; ahlaklı siyaset, dürüst bürokrasi ve halkla iç içe yönetim idealini tekrar hatırlamaktır. Yani bir vicdan meselesidir, bir hafıza borcudur.

Mehmet Baş