Her insanın tarihi kendi belleğinde başlar ve yine kendi belleğinde biter. İnsan çoğu zaman hatıralar ülkesinde yaşar. Kimi zaman anılar şarjöre sürülmüş bir mermi gibidir. Bir hüznün en kuytusunda tetik düşürür kader. Anılar denizinde fırtınaya tutulanlar için unutuluşların limanına sığınmaktan başka bir çare yoktur. Fakat insan yinede hatıralar ülkesinin sokaklarında dolaşmadan duramaz.
Bende hafızamın kuytularında dolaşıp o günleri gözümde canlandırıyorum şimdi. Yüzümde çok eski masallardan kalmış bir gülümsenin izi. Fakat çamurla yoğrulmuş bedenim gözyaşlarıyla sırılsıklam. Ölümlü olduğunu bilen biri için yaşamak bir hayalkırıklığı değil de nedir sanki.
Gözümün önünden iklimler geçiyor. Yüzümde bozkır çocuklarına özgü bir mahçupluk.Bütün dağılmışlıkları bir bir toplayıp kendi yöreme dönüyorum. Ve şimdi zihnimde hatıraların resmi geçit töreni başlıyor.
Toprak damlı evlerin önünde elinde bir kirmenle ip eğiren kadınların arasında dolaşıyorum. Ağır kadifeden dikilmiş mavi şalvarıyla çiğdemler arasında annemi seyrediyorum. Annem kır çiçeklerinden daha güzel. Annem şimdi kır çiçeklerinin arasında solmuş bir resimden gülümsüyor bana. Bir mezar taşının gölgesi düşmüş üstüne. Dünya okuldan kaçmış çocuklar gibi dönüyor sanki maviliğin siyaha döndüğü yerlerde.
Sahibinin elinden kaçmış bir at hızla koşuyor. Siyah toynaklarının üstünde kahverengi benekler. At birden şaha kalkıyor. Sular toprağın rengiyle boyanıyor. Kara göğün kalbinde telaşlı yıldırımlar çarpıyor. Telaşlı bir yağmurun altında sessizce ıslanıyoruz.
Çamardı pazarına doğru motor kasasında oturmuş şalvarlı yazmalı teyzeler geliyor gözümün önüne. Gülizar bacı saçlarımdan bit ayıklıyor. Sonra da bir masal anlatıyor. Devler periler geçiyor gözümün önünden.
Hatıralar bir su gibi sessiz ve bir su gibi derinden akıp gidiyor ömür sahnemden. Toprak damlı bir evin önünden gelip geçenleri seyrediyorum. Eşeğin sırtında bir heykel gibi duran heybetiyle mavi bir deniz dalgalanıyor sanki, gözleri bir okyanustan daha derin. Başında elimsağmalar elinde ay ve yıldızlar . Heybenin ağzına kadar ot basılmış ayağında kara lapçın ve deriden bir mest. Beyaz sakalları ve çizgili külahıyla derenin içinden gelip geçiyor Hakkı dedem. Ardı sıra suların şarkısı yükseliyor.
Kendisi değirmenci. Su değirmeninde civar köylerin buğdayını hep o öğütüyor.
Köyün kahvesi çeşmenin hemen yanında tahta sandalyelere oturmuş kasketli emmilerin ağzında yarısı yanmış bir bafra cigarası. Çeşme başında yeni kalaylanmış helkeleriyle su dolduruyor kadınlar. Bakkalın camdan takasını bozuk parayla vuruyor bir çocuk. Gün kendini yarının içtimasına hazırlıyor.
Şaha kalkmış bir atın sırtında zaman doğurgan bir kadının saçlarını savurarak geçiyor. Günler bir yumak gibi sarılmış birbirine.
Bir kadın çocuğunun kırkını saydırmak için beni çağırıyor yanına. Çocuğun kundağını toprakla sımsıkı sarmış. İnsan bir çölün içinde seraptan başka birşey değil. Aynalarda kalmış gülüşler. Şimdi herşey bir suskunluğun ağırlığını taşıyor bağrında.
Çayırda inek güdüyor çocuklar. Kimisi ceviz oynuyor kimisi özde çimiyor. Akşam tüm heybetiyle dağları kızıl bir renge boyuyor. İneklerin boynuzuna ipi dolayan çocuklar türkü söyleye söyleye köyün yolunu tutuyorlar. Yollarda keven dikenleri sığırkuyrukları. Suların yanı başında yarpuzlar.
Bir düğün evinin önünde yemek yiyor insanlar. Sofrada mazak, üzümlü, sütlü çorba, sarı burma ağpakla ve pilav var. Düğün mevlütlü. Biri haparlörden "aman çeşme canım çeşme" ilahisini okunuyor. Taksinin üstüne el dokuması bir namazla serilmiş. Para toplanıyor. Yine taksinin üstünde çiçeklerle süslenmiş bir bebek. İnsan sadece seyrediyor ve geçiyor.
Sarı benekli buzağının satıldığı gün gibi kararıyor bulutlar. Buzağı kırmızı burunlu bir bedfordun kasasına bindirilirken ağlayan o çocuk şimdi nerede. Bulutlar sonra bir sele dönüyor. Çocuk karalanmış satırlar arasında geceyi siyah bir tespih gibi çekiyor. Yıldızlar dökülüyor avuçlarından. İnsan kendi rüyasının bir bekçisi değilde ne...