.
1650 yılının serin bir ilkbahar sabahında, Niğde Bedesteni’ne gün yeni doğuyordu. Şehrin taş sokaklarından geçen sabah rüzgârı, bedestenin kubbelerine çarpıp yankılanıyordu. Bezzaz Ali, o sabah dükkânını her zamankinden erken açmıştı. Gözlerinde bir hüzün vardı; çünkü gece gördüğü rüya, huzurunu kaçırmıştı.
Rüyasında, karanlık bir nehir kenarında beyaz bir at belirmiş, ardından minareler ve kaleler alev almıştı. Atın üzerinde, gözleri yıldızlar gibi parlayan bir kadın oturuyordu. Kadının yüzü net değildi, ama Ali’nin içi, onun Gülçiçek olduğunu hissetmişti.
Bedestende gün başlarken, taş kapının ardında, Niğde Beyi’nin kızı Gülçiçek göründü. Gülçiçek, her zaman olduğu gibi zarif adımlarla ilerledi. Üzerinde gül işlemeli bir kaftan vardı, yüzünde ise saklayamadığı bir merak.
“Ali,” diye seslendi. Ali’nin kalbi, her zamanki gibi bu sesle çarpmaya başladı. Gülçiçek, halkıyla iç içe olan, güzelliği ve bilgeliğiyle nam salmış genç bir kadındı. Ama bir bey kızıyla bir bezzazın birbirine duyduğu sevda, her ikisi için de imkânsız bir hayaldi.
“Rüyamda beyaz bir at gördüm,” dedi Gülçiçek, fısıldar gibi. “Sanki bana bir şey anlatmak istiyordu, ama ne olduğunu anlayamadım.”
Ali, irkildi. Aynı rüyayı görmüş olmaları bir tesadüf olamazdı. “Belki bu bir işarettir,” dedi. “Bir bilgeye danışmalıyız.”
Gülçiçek ve Ali, rüyalarının anlamını çözmek için Niğde’nin dışındaki Mevlevihane’ye gitmeye karar verdiler. Mevlevihane, şehrin ruhani merkeziydi; beyaz duvarları, gökyüzüne yükselen minaresi ve taş bahçesindeki asırlık çınar ağacıyla mistik bir havaya sahipti.
Mevlevihane’nin içinde, dervişler ney üflerken semazenler döner, dua ederlerdi. Gülçiçek ve Ali, buranın şeyhi olan Derviş Kemal’e rüyalarını anlattı.
“Beyaz at, masumiyeti ve umudu temsil eder,” dedi Derviş Kemal. “Ama bu atın geçtiği yollar, karanlık gölgelerle çevrili. Niğde’yi büyük bir sınav bekliyor. Ve bu sınavda sizin kaderleriniz birbirine bağlı.”
Niğde’nin huzurunu tehdit eden bir karanlık, Celali isyanlarının gölgesinde büyüyordu. Kara Hasan adındaki bir isyancı lider, ordusuyla Niğde’ye yaklaşmış, şehri tehdit etmeye başlamıştı. İsyancılar, bedestenin zenginliğini ve şehrin bereketini yağmalamak istiyorlardı.
Ali, Gülçiçek’in gözlerindeki endişeyi gördü. Bu isyan, sadece Niğde’yi değil, Gülçiçek’in masumiyetini ve umutlarını da tehdit ediyordu. Ali, sevdiği kadını korumak için kendini feda etmeye hazırdı.
Gülçiçek ise, babası olan Niğde Beyi’yle konuşup barışçıl bir çözüm arayabileceğine inanıyordu. Ama Niğde Beyi, “Bu halkı korumak benim görevimdir. Sen bir bey kızısın, bu işlere karışma,” diyerek onu geri çevirdi.
Ali ve Gülçiçek, geceleri şehrin altındaki gizli tünellerde buluşarak, şehrin savunması için planlar yapıyordu. Bu tüneller, şehrin zenginliklerini saklamak ve savaş zamanlarında kaçış yolu olarak kullanılmıştı.
Bir gece, Ali’nin dükkanında buluştuklarında Gülçiçek, Ali’ye bir mendil verdi. Mendilin üzerinde, kendisinin işlediği bir beyaz at figürü vardı. “Bu senin içindeki cesareti temsil ediyor,” dedi.
Ali, Gülçiçek’in dokunduğu her şeyin bir anlam taşıdığına inanıyordu. Ama aynı zamanda onunla olan her anın, bir gün sona erecek bir hayalin parçası olduğunu biliyordu.
Kara Hasan’ın ordusu Niğde surlarına dayandığında, şehirdeki herkes korku içindeydi. Gülçiçek, babasına isyancılarla barış görüşmesi yapması için yalvardı. Ama Niğde Beyi, ordusunu hazırlamış, savaşmakta kararlıydı.
Ali ise başka bir yol arıyordu. Bir tüccar kimliğiyle isyancıların lideri Kara Hasan’a yaklaşmayı başardı. Beyaz atı, Kara Hasan’ın sembolüydü; ancak bu at, sadece gücü değil, aynı zamanda bir laneti de temsil ediyordu. Ali, bu atı ele geçirirse, isyancıların moralini bozabileceğini düşündü.
Ali, Kara Hasan’la karşılaştığında, liderin içinde bir savaşçıdan çok bir korkak gördü. Beyaz atı ele geçirerek isyanın liderini etkisiz hale getirdi ve Gülçiçek’in yardımıyla, isyancıların şehri terk etmesini sağladı.
Savaş sona erdiğinde, Niğde halkı Ali ve Gülçiçek’e minnettardı. Ancak Gülçiçek, bir bey kızı olarak halkının önünde dururken, Ali’nin kalbinde bir acı vardı. Onların aşkı, bu dünyada var olamayacak kadar kırılgandı.
Gülçiçek, Ali’ye bir kez daha mendilini verdi ve fısıldadı: “Bizim kaderimiz, rüyalarda birleşti. Belki bir gün, başka bir hayatta, aynı rüyayı görürüz.”
Ali, mendili alıp bedestenin taş sokaklarında kayboldu. Gülçiçek ise Mevlevihane’nin kapısından girerken, son kez dönüp arkasına baktı. Onların aşkı, Niğde’nin rüyalarında yaşamaya devam edecekti.
Mehmet Baş