Bugün dünyada bir antidepresan imparatorluğu hüküm sürmektedir. Toplumların kitlesel olarak uyuşturulduğu ve uyuştuğu bir döngüde katı olan herşey buharlaşmaktadır.
Evet; insanların bedensel olarak sağlıklı ruhsal olarak hasta olduğu zamanlardan geçmekteyiz. Leblebi yer gibi antidepresanların tüketildiği çarenin sakinleştirici ve yatıştırıcı ilaçlarda arandığı ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Herkesin anlaşılmak istediği fakat kimsenin kimseyi anlamak istemediği gerçeği yüzümüze bir şamar gibi değiyor. Kalabalıklar içinde yalnız olduğumuzu kendimize bile itiraf etmekten kaçınıyoruz. Başkalarının nazarında inşa olunmuş dünyaların ve bitmeyen bir oyunun içinde kendimize dahi rol yapıyoruz. İnsanlık onurunun yine insanın kendi eliyle ürettiği eşya karşısında yenilgiye uğraması vicdanları sızlatmıyor. Antidepresanlarla sakinleşen bedenler bir yerde susturucu takılmış silahlara benziyor. Ruhları kemiren tükenmez bir hırs ve şişkin ego, semtine sabrı ve şükrü yanaştırmıyor. Bir isyan bir boşvermişlik bir nemelazımcılık haramiler gibi kesiyor insanların yollarını. Çoğu insan koşarken kendi ayaklarıyla kendine çelme takmaktan başka birşey yapmıyor.
Çağın malumat bombardımanına uğramış dimağları bu derin cahilliğin girdabında boğulmayı marifet zannediyor. Herşeyi bilen ve merak eden çoğu insan maalesef kendini bilmiyor. Herşeyi arayıp bulan insan bir türlü kendini arayıp bulmuyor.
Tüm bu serencam içinde, önyargılarla dolmuş ve yalanlarla manipüle olmuş ruhların kendilerine özgü bir şahsiyetlerinin gelişmediği hakikati gün gibi ortadadır. İnsan varlığının sigortası olan şahsiyet kişiyi her türlü karaktersizlik salgınından koruyan önemli bir unsurdur. Fakat günümüz dünyasının bize sunduğu argümanların çoğu şahsiyetsizlikten başka birşey içermemektedir. Hazcı kültür bütün değerlerin üstüne çıkmış insanı insan yapan unsurlar sanki dönmemek üzere dünyamızı terk etmiştir.
Şimdi insanların gündeminde herşeyden olabildiğince zevk almak bir taraftanda her türlü acıyı sıfırlamak düşüncesi vardır. Bu duygular içinde hareket eden kitleler bir pay alma yarışında birbirlerini çiğnemekte güçlü olan zayıf olana yaşam hakkı vermemektedir. Bu durum toplumsal yapıda daimi bir stresi gerginliği ve depresyonu doğurmaktadır. İnsanlar birbirinden korkmakta kimse kimseden emin olamamaktadır. Bu korku hali kişinin kendini güvende hissetmesinin önünü kesmektedir. Bu ise kesintisiz bir stresin önünü açmakta birçok insanı bitmeyen bir depresyonun içine sokmaktadır.
Esasında stres dediğimiz durum insanın zor durumlar karşısında harekete geçirdiği bir savunma mekanizmasından ibarettir. Çok yoğun duygulara maruz kalan insan belli bir süre sonra fark eşiğini aştığı için çoğu şeyi hissedemez hale gelmektedir.
Stres yeni karşılaşılan durumlara karşı bir nevi vücudun verdiği bir savaştır. Genelde kendini güvende hissetmediği durumlarda içte bir güvenlik çemberi kurmaya çalışırken bu durum ortaya çıkar. Tehlike durumunda bir nevi vücudun ikaz sireni gibidir. Korkunun yoğunluğuna göre stresin boyutları artar ve eksilir. Tem tersine aşırı sevinç ve heyecan hallerindede stres gelişir. Burada alışkanlıkların ve tutumların belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin bir insanın aşırı derecede strese girdiği bir durum başka bir insanda normal karşılanabilir. Bunun da alt yapısında geçmiş yaşantılar ve geleceğe bakış farklılıkları yatar.
Stresin bir önceki aşaması olan kaygı aşaması belli bir düzeyde tutulduğu zaman faydalı bir işlev görebilir. Fakat aşırı kaygı belli bir süre sonra hareketlerin ritmini bozarak kişinin elini kolunu bağlar.
Son yıllarda artan çoğu hastalığın kaynağında uzun süreli stres hali vardır. Sinirleri daima gergin olan bireylerin eklem ağrıları, astım, ülser ve fıtık gibi hastalıklara yakalanmaları olasıdır. Sükûnete kavuşmak isteyen beden bunu elde edemeyenci tümden depresyona girerek kendini bir nevi durdurur. Vücudun farklı bir şekilde işlevlerini durdurarak greve gitmesine benzeyen bu durum hayatın tadını tuzunu alır götürür.
İletişim kaynaklarının kapanması ve yanlış anlamaların yoğunlaşması yüzünden ikili ilişkiler sağlıklı bir şekilde yürüyemez hale gelmektedir. Bu durumda ortaya çıkan boşluk evham ve çeşitli kurgularla doldurularak önyargılar büyütülür. Bu önyargılar bir tohum gibi kalbe düştüğünde ise yerini stres ve depresyona bırakır.
Şimdiki zamanın getirdiği görevleri yapmayıp enerjisinin bir kısmını geçmiş zamana bir kısmını gelecek zamana harcayanların bu işten elde edecekleri tek şey artık kronik hale gelmiş bir tedirginlik ve ne yapacağını bilmeme halidir.
Yanan ateşi söndürmek için ateşin üstüne benzin döküldüğü hiçbiryerde görülmemiştir. Fakat modern psikiyatri ilmi ateşin üstüne benzin döker gibi zaten kendini bir şekilde durdurmuş veya kitlemiş ruhları iyice felç etmeyi bir başarı saymaktadır. Sorunu çözmek yerine sorunu dondurmayı kendine ilke edinen bu disiplinin en büyük silahı insanlara deli damgası vurmak birde antideprasan haplarıyla insanları uyuşturmaktadır.
Aslında kapitalist sistem dünyada kurulmuş olan en büyük akıl hastanesi olarak insanları futbolla dizilerle ve müzikle zaten uyuşturup durmaktadır. Uyuşturamadıklarını ve ehlileştiremediklerini ise psikiyatri ilmine havale etmektedir.
Son tahlilde çağın hastalığı olan depresyon ve stresin asıl sebebi çağın bizatihi kendisidir. İnsanı varoluş çizgisinden saptırıp hız ve hazzın kölesi yapan bedene ait herşeyi bir zevk makinesi gibi kurgulayan bu çağ maalesef ruhunu çoktan yitirmiştir.
İnsan kendisine dönmeden ben niye yaşıyorum diye sormadan ve varlığının anlamını kavramadan bu kısır döngüden kolay kolay kurtulamaz. Biyolojik olarak yaşadığı halde ruhsal olarak ölmüş olanların sayısı ise her geçen gün artmaktadır. Sevgisizlik acımasızlık ve bencillik ise yaşayan ölülerin genel özellikleri olarak karşımızda durmaktadır.