Soru sormak ve buna bir cevap aramak birçokları için lükstür. Çünkü düşünmeyi gerektirecek her eylem peşinden sorumluluk getirir ve çokları bu sorumluluğu almak istemez. Düşünce üretmek yerine üretilmiş ve kabul görmüş düşünceleri savunmak ise çoğu kişinin kolayına gelir. Giydiği fikir gömleğini üzerine uysa da uymasa da hiç çıkarmadan taşımayı bir marifet ve sadakat zannedenler çoktur. Dünya ve içindeki her şey durmadan değişirken bu değişim karşısında demir atanların yarına dair söyleyecekleri bir söz yoktur.
Üzerine en fazla atıf yapılan uzvumuz beyindir fakat en az kullanılan uzuv yine odur. Midenin ve üreme organlarının başrolde oynadığı şu komedyada artık beyin bir figüran bile değildir. Toplumları yönlendiren bir eğlence putu “anı yaşa” felsefesiyle bütün idealleri yerle yeksan etmiştir. Artık doğumhanelerin kapısına varıp “Fedakârlığın ahmaklık iyi niyetin saflık olarak algılandığı bir çağa hoş geldin bebek” diyebiliriz. Bugün dünyamızda organize olmuş bir kötülük ve ahmaklık bir sel gibi önüne ne gelirse sürüklemektedir. Şiirin yerini lakırdının gülün yerini dikenin sevginin yerini nefretin aldığı tuhaf bir çağda yaşıyoruz.
Tuhaf bir çağ demişken yakın zamanda yaşamış olduğum küçük bir anekdotu anlatmak istiyorum. Dün yıllardan sonra lise yıllarından tanıdığım bir arkadaşla birkaç saat geçirdim. Bu birkaç saat bana hayatımın en ağır işkencelerinden birisi gibi geçti. Geçmiş yıllarında bir bencillik heykeli olan vicdanı körelmiş ve insani hisleri iptal olmuş bu şahıs onca yaşadıklarına rağmen kibrinden zerre taviz vermemişti. Bütün konuşmaları ev araba arsa ve belli başlı şahısların yapıp ettikleriyle geçti. Bir insan hayatı boyunca kendini hiç mi geliştirmez, ahlaken ve ruhen hiç mi terakki etmez. Sanki ağzından kanalizasyon akan bu sırf kötülükten ibaret şahıs ve bunun benzeri türlerin yeryüzünde hiçbir anlam ifade etmeyen varlıklarını düşündüm. Bir an ürpererek acaba bende mi böyle bir insanım diye kendime sorup durdum. Bu tür bir mahlûkları yokluğun çöplüğüne atmaktan başka bir yol olmadığını anladım. Ve bu kalpsiz kibir heykelini yaşayan ölüler galerisine atarak yoluma devam etmeye karar verdim.
İnsanın kendine format atması ve kalbini dolduran zararlı virüslerden sıyrılmasının elzem olduğunu düşünüyorum. Bunun yolu ise ancak fıtrata ve öze dönüşle olur. İnsanın bünyesine sonradan yapışan kötü huyları aklının ve vicdanının dezenfektanı ile temizlemesi lazımdır. Yoksa kötülük normal bir yaşam biçimine dönüşerek bir kanser hücresi gibi toplumların bünyesini kemirmeye devam eder. Evet, insanların hayatı çektiği krediyi ödemek için aylara bölünmüş bir zaman çizelgesi içinde geçip gidiyor. Büyüsünü kaybetmiş zamanlarda yaşıyoruz. İnsan onurunun madde karşısında yerle yeksan olduğu her şeyin beş duyuya indirgendiği bu çağda her şey raf ömrü kadar değerlidir. Günümüzün tek kıymetlendirme ölçütü haline gelen para çoklarının günahını örtmekte bir asansör gibi dünyanın en alçak insanlarını birden göklere yükseltmektedir. İnsan şu yeryüzü macerasını hazcılığın kirli labirentlerinde harcayan giderken geriye taşları kırılmış bir mezar taşından başka bir şey kalmayacaktır. Ne yazık ki ibret almayan gözler ve bir taş gibi katılaşan kalpler bu bencillik yağmurunda ıslanıp durmaktadırlar. Yeniden insan olmak ve hayat fotoğrafını astığımız çerçeveyi akıl vicdan kalp ve vefa ile donatmanın vakti ise gelip geçmektedir.